İnsanların hayırlısı insanlara (insanlığa) faydalı olandır.” (Hadis)

Resulullah bu hadisinde insanlığa sunduğumuz faydanın manevi değerimize önemli katkıları olduğunu ifade ediyor. İnsanlara sunacağımız bu faydanın mutlaka maddi bir fayda olması gerekmez. Bazen -Resulullah tarafından sadaka olarak nitelendirilen- gülümseme bile insanı hayırlı kılmaya yetebilir. 

“İnsanlara faydası olmayanı ölülerden say gitsin.” (Hz. Ali a.s.)

Şu veciz ifadenin ne kadar anlamlı olduğunu fark ediyor musunuz? Yüce Allah insanı sadece yaşamak ve nesli sürdürmek için yaratmamıştır. Birçok ayette bu anlatılıyor. Hepimizin bildiği Asr suresinde Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler..müstesna.

Hayırlı olmak emek ister, çaba ister, gayret ister. Hayırlı ve faydalı olmak için donanımlı olma gayreti gerekir. Çünkü (istisnalar bir yana) maddi ve manevi gücünüz nispetinde hayırlı olursunuz. Örneğin 10 watt gücündeki bir lamba ile 1000 watt gücündeki lamba aynı ışığı vermez. Ancak ikisi de lamba olarak adlandırılır. Dolayısıyla maddi veya manevi olarak ne kadar güçlü olunursa o kadar hayır işlenip o ölçüde hayra vesile olunur.

İnsan doğunca (1) değerini alıyor. Yani yaşayan-nefes alan bir varlık; buna “kişilik” de denir. Kendini geliştirip kazandığı her meziyet, maddiyat, makam vs ‘0’ olarak birin sağına yerleşir. (1000….) İnsanlığa faydalı olabilme imkanı sıfırlar arttıkça artar.  Bazı sıfırlar ise geçici bir değer katar. Ancak o geçici değerleri kalıcı hale getirmek bizim elimizde. Örneğin makam sahibi olduğunuzda makam ağırlığına göre sıfırlar eklenir. Siz o sıfırları makamınızda taçlandırmadığınızda geçici olan makam kaybedilince o sıfırlar da silinir. Yani değeriniz makam ile yükselir makam ile düşer. Tıpkı daha önce “Aliko” hikayemizdeki gibi. Özetle:

Vaktiyle Ali isminde varlıklı bir adam varmış. Bir sürü arabası, malı mülkü varmış. Nasreddin Hoca’nın "Ye kürküm ye" hikâyesi misali gittiği her yerde saygı ve ikram görürmüş. O günlerde insanlar ona “Ali Bey” diye hitap ediyorlarmış. Gel zaman git zaman, adamın işi biraz sarsıntı geçirdiğinden  arabalarını ve mülklerini satmış. Satmış ama insanlar onda hâlâ para olduğunu bildiklerinden ismini sadece bir kademe düşürüp "Ali" diye hitap etmeye başlamışlar. Bir süre daha geçip de paralar suyunu çekince “Ali” de gitmiş; yerine "Aliko" - yerel kullanımda herhangi bir saygınlığı olmayan düşük değerli bir lakap- gelmiş.

Yaşanmış bu hikayemizde, Ali Bey’i gerçek anlamda sadece bol sıfırlar temsil ediyormuş. Sıfırlar yani varlıklar bir bir gidince sadece -1- yani kişi kalmış. O kişi de ALİKO olmuş. 

İşgal ettiğimiz makam veya hayattaki pozisyonumuz ile yaptığımız hayırlı işler, sonradan elde ettiğimiz sıfırları çivi gibi çakıp kalıcı hale getirir. Makam, mevki, maddiyat vs kaybedilince dahi çivi gibi çakılan sıfırlar orada kalmaya devam eder.

Kendimizi şöyle bir yoklayalım; varlığınızla yokluğunuz arasında fark var mı? Yarın dünyadan göçtüğünüzü farz edin veya işgal ettiğiniz maddi manevi makamdan ayrıldığınızı... İnsanlığa, topluma sunduğunuz katkılar nedeniyle yokluğunuz hissedilecek mi?  Yoksa Osmanlı’da bir devlet adamı olan Halet Efendi için söylenen: “Ne kendi etti rahat ne âlem buldu huzur, yıkılıp gitti cihandan dayansın ehli kubur” (Ne kendi rahat etti, ne halka huzur verdi, öldü gitti dünyadan biraz da derdini kabir ehli çeksin!) sözü mü söylenecek?