Çok eski zamanlarda padişahın biri yabancı bir esir için öldürün emrini vermiş. Zavallı esire öldürülme emri kendi dilinde anlatıldığında, yine kendi dilinde padişaha ağır küfürler etmiş. Padişah bu adam ne diyor diye sormuş. Sadrazam öne atılarak, “Padişahım Ali İmran suresinin 133 ve 134. ayetlerinin mealini söylüyor. Yani: “Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın! Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” diyor. Bu durum padişahın hoşuna gidiyor. Öfkesini yenip esiri affediyor. O sırada vezirlerden biri “Padişahım,” diyor. “Huzurunuzda bize yalan söylemek yakışmaz. Ben bu esirin dilinden anlarım. Az önce size çok ağır küfürler ve hakaretler sarf etti.” Padişah bunları söyleyen vezire, “Az önce sadrazamın söylediği yalanı, senin söylediğin doğruya tercih ederim. Çünkü onun yalanında hayır vardır, iyilik vardır, halisane bir niyet vardır. Senin doğrunda kavga vardır, kötülük vardır. İyilik yapmak dururken kötülük yapmak niye?”

Benzer bir yaklaşımı merhum Said Nursi şu sözle özetlemiş: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir.

Evet, her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Şöyle bir örnek verilir: Savaş zamanında asker düşman tarafından esir alınmış. Düşman askerleri bu askeri sorguya çekecekler elbette. Bu durumda doğru mu söylemeli, yalan mı? Bu çok açık bir örnek. Diğer bir örnek de karı koca veya küskünlerin arasını bulmak için tarafların söylemediği güzel şeyleri söylemek. Burada da maslahat vardır.

Bazı memurlar mevzuatı en derin anlamında uygulamaya çalışırlar. Elbette ki mevzuatı uygulamak gerekir. Uzun yıllar önce bir milletvekilinin üst düzey bir bürokratla konuşmasına şahit olmuştum. Rahmetli milletvekili, vatandaşın talebini iletince, karşıdaki kişi, “Efendim kanun böyle” demişti. Milletvekili “Kanunlar garip gurebayı korumak için vardır, ezmek için değil.” Aslında bu söz doğru ama memur da kanunu uygulamak durumundadır. Ancak kanunu uygularken, kendine verilen yetkiyi sınırı aşmayacak şekilde mümkün mertebe vatandaşın lehine yorumlayarak kullanması gerekir. Bunun da ölçüsü yapılan işlemin ahlaka, hukuka ve vicdana uygun olmasıdır.

Reşat Nuri Güntekin, Acımak romanında şöyle diyor: Öyle işler çıkacaktı ki vicdan "yap" derken kanun "yapma" diyecekti. Keza kanunun istediği bazı şeyler vicdana dokunacaktı. Bu vaziyet karşısında ne yapmak lâzımdı?!. Benim yönetim anlayışım bu durumda uygulama sorumluluk getirmiyorsa,  vicdanın sesine kulak vermektir. Ama ya sorumluluk getiriyorsa? Bu durumda ağır bir sorumluluk gerektirmeyip kişilerin sağlayacağı fayda çok değerli ise "istisnalar hariç"  aynı yolu izlemektir. Çünkü dümdüz bir hayat sürmektense Hakka ve halka yarayışlı işler yapıp stresli yaşamak daha hayırlıdır.

Güzel bir söz ile yazıyı bitiriyoruz: Doğru, gerçekten vicdanımızı rahatsız etmeyecekse söylenmelidir. Ama Doğrucu Davut’un vicdanı gibi olmamalı…