Ben çözüm sürecinden önce Van’ı yazmak istiyorum. Hafızamda kaldığı kadarıyla bu kentin aşklarından ve devrimcilerinden söz etmek istiyorum.

 

Aşk içinde her ırkı, dili ve dini barındıran özel ve kutsal bir duygu. İşte bu kentin tarihe ve insanlığa tanıklık eden böyle bir aşkı oldu. Bu kentin bir Tamara’sı oldu. Aşkın dile gelen efsaneleşmiş hali ve tanığı...

 

Köylü bir çobanın soylu bir Ermeni kızına olan aşkı... O ana ve kendisinin de habersiz olduğu geleceğe tanıklık eden efsane olan bir aşk... Tamara’nın babası kürt çobanı yanıltmak için ışığı adanın farklı yerlerinde gezdirince onu bitap bırakmıştı fakat çoban pes etmedi; Tamara’ya ve aşka ulaşmak adına kulaçlarını hızlandırdı. Oysa farkında değildi; bedeni tükendi. Kalbindeki aşk yüceliği bu yorgunluğu ona hissettirmiyordu ve an geldi, bedeni yorgun düştü , kendini Van Gölü’nün soğuk suyunda kaybediyordu. Bir kulaç daha diyordu içinden bir kulaç daha... Ama nafile... Ve başını göğe kaldırıp yer yüzünü son defa temaşa ederek haykırdı bütün kalbiyle: AH TAMARA! O ses ki hala bu kentin semalarında yankılanıyor. O sese kayıtsız kalmayan Tamara bedenini gölün serin sularına bıraktı ve aşkın ölümsüzleştiği o an milad oldu.

 

Bir de Serhat kentinin manevi devrimcileri vardı. Van’ın kaderini değiştiren mübarek zatlar.

Van’ın Bediüzzaman’ı vardı (hala ruhunun aramızda olduğuna inandığım bir zat). Ayağı kayıp ölüme doğru giderken “davam!” diye haykıran ve bu davanın yüceliğiyle kurtulan özel bir zat. Nedir Bediüzzaman’ın  davası? Onun davası, birleştirici bütün farklılıkları zenginlik olarak gören ve bunların yaşatılması gerektiğine olan inanciydi. Tarihe tanıklık eden ve neredeyse insanlığın rehberi haline gelen bütün eserlerinde de bunu dile getiriyor. Bir eserinde memleketi Bitlis olduğu halde memleketim olan Van demiştir. Daha o dönemde çağın hastalıklarını ön gören bu zat, bölgedeki sorunların kangren olmaması adına bir dizi reçete hazırlayıp yetkili makamlara sundu. Bunlardan bir tanesi Medrestüzzehraydı, kucaklayıcı ve birleştirici bir proje…

 

Bütün bunları anlattıktan sonra ismi konulana kadar bile aradan iki yıl geçen çözüm sürecine değinelim.

 

Ben hala bu sürece karşı olan zihinleri çok anlamış değilim; ayrıca artık anlamak için çaba da sarf etmiyorum. 30 yıldan fazladır kangren haline gelen ve büyük kayıpların olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Gözyaşlarının döküldüğü kutuplaşmanın ve ırkçılığın zirve yaptığı bir dönem geçirdik.

 

Televizyonları başında haber izleyenlerin: “Oh olsun bugün on terörist öldü!” dediği; bunun yanı sıra “oh olsun bugün on TC askeri öldü” diyen enteresan esir alınmış ruh halleri var. Dağda yaşamlarını yitirenlerin bu ülkenin evlatları olduğunu bir türlü kabullenmeyen bir zihniyet, neden dağa çıkıldığını asla sorgulama gereği görmeyen esir alınmış zihinler  var.

 

Bunun yanı sıra, 20 yaşına gelmiş gencecik çoçukları askere alıp İzmir’den Çukurca’ya, sözüm ona vatan hizmeti için gönderen, beyinler var.Ve o çoçuğun körpecik bedeni o aşılmaz dağların arasında cansız kalınca vatan sağolsun şehit naraları atan garip psikolojide insanlar ve en ilginci de bu gencecik bedenlerin düşmesine sevinen insancıklar da var.

 

Empati insanoğlu için çok elzem. O duyguyu yitirmemek lazım ama o duyguyu yitirmemiz için de bu ülkede büyük oyunlar oynandı. Batıda Kürtler potansiyel terörist ilan edildi. Doğuda da bütün Türkler Kürtler’e karşı propagandası yapıldı. Ve bu psikolojik hareket o kadar güzel organize edildi ki insanlar farkında olmadan kendilerini bu hareketin içinde buldu. Batı illeri maalesef süreci sadece Doğudan oraya giden asker ve polis cenazeleri üzerinden yorumladı. Evveliyatı konusunda sorgulama gereği görmedi, hatta pırpırlı ağabeyler o cenazelerde intikam naraları attı ve kanlarının yerde kalmayacağını söyledi.

 

Pırpırlı ağabeylerin çok umrunda değil bu çocukların yaşamları; çünkü bunların varlık sebebi garibanların ölümü. Nitekim Batı’nın Doğu’ya potansiyel terörist gibi bakmalarını sağlamayı başardılar. Ergenekon denen yapının ortaya çıkmasıyla 17 bin fail meçhullerden söz edildikten sonra birileri dönüp Cizre’nin Zilan’ın Diyarbakar’ın yaralarını görmeye başladı.

 

Bir de empati kurması gereken Kürtler var. Asker ölümlerinin yaşattığı trajedileri anlamaları lazım, o annelerin gözyaşlarını ve onlara yıllardır dayatılan bunlar bizim düşmanımızdır ajitasyonlarını.

 

İşte bütün bu olayların çevresinde geliştiği stratejik bir kenttir Van. Van, bu süreci beklenildiği gibi yürütür başarıya ulaştırırsa eminim ki ülke genelinde bu kabus sona erer. Bunun için de bu kentin büyüklerine büyük iş düşüyor. Keşke vekillerimiz bütün işlerini bırakıp bu sürece odaklansa, ama yapıcı faaliyetlerde bulunarak. En önemlisi o eli öpülesi anneleri rehber etseler kendilerine, her çatışmada ölüme an be an yaklaşan can annelere gitseler. İldeki bütün siyasiler ayrıştırıcı tavırlarından vazgeçse ve halka bu sürecin gerekliliği hakkında bilgi verseler. Ki emin olun bu; yol, su ve ihalelerden kat be kat daha önemli.

 

Şiddettin bizde, bu ülkede yarattığı trajedileri anlatın, karşılıklı terörü anlatın, (savaş süreçleri kirlidir; kimse kendi terörünü kabul etmez). Mesela Uğur’u anlatın! Irkının ona hiç uğur getirmediğini, o coğrafyada doğmuş olmasınin yaşamının devamı adına bir tehdit olduğunu anlatın. Ya da kurban olduğum Ceylan’ımı anlatın! O vahşi metal parçalarının güzelim bedenini nasıl parçaladığını anlatın! Ve molotofla yakılan Serap’ı anlatın! Onların suçu yoktu...

 

Bunları anlatın ki karşılıklı terörün bizi ne hale getirdiğini gözler önüne serin.Çıkıp eleştirmek yerine, özeleştiri yapın! Mesela, gencecik mühendisin arkasından nasıl kalleşçe vurulduğunu anlatın! Sonra da biz onu subay sanmıştık insafsızlığını anlatın! Otuz dört evladın bu ülkenin vergisiyle alınan bombalarla nasıl vahşice katledilğini anlatın! Kendi günahlarınızı kendiniz çıkartın; bırakın başkası da kendi günahını çıkartsın.

 

Sözün özü: Gel gel demeyelim, kendimiz barışın ve umudun ayaklarına gidelim! Hatta kapanalım ayaklarına...


Cemil Fırat yazdı...

Editör: TE Bilisim