Dünyaya gelmek arayışın başlangıç çizgisi. Kimi kendini, kendinin ait olduğu yeri ararken, kimi de kendi dışında ne varsa onun peşinde koşar. Fakat insanın temel bir derdi var bu sıkı takipte. İnsan, sürekli bir şekilde bir türlü elde edemediği mutluluk arayışındadır. Hayatın sürprizlerle dolu, durdurulamaz akışı içerisinde ‘Necip Fazıl’ın Ne Arıyorum?’ şiirinde dile getirdiği gibi herkes şunu soruyor kendine ‘An oluyor bir garip duyguya varıyorum / Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?’

 

Bazen bir sömürgeci Amerikan/Batı acımasızlığıyla, mutluluğumuzu başkalarının acılarında, ölümlerinde arayabiliyor, kendi cennet düşlerimiz için masum insanların hayatlarını cehenneme çevirebiliyoruz. Çoğu zaman Amerikanlaşıp hayatı en başta kendimiz olmak üzere herkes için zorlaştırabiliyoruz. Karşımıza çıkan tüm trajedilere sessiz kaldığımız ve bizim için üretilen tüm yapay mutluluklara kandığımız için, içimizde insana ait son ışığı da kaybetmek üzereyiz.

 

Kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin kendini risk altında htiği ve bu hissin sürekli olarak zihinlere pompalandığı bir güvensizlik ve risk toplumunda, merkezinde metanın yer aldığı bir izansızlıktan başka alternatiften söz edilemez. Çünkü merkezinde insanın yer almadığı her organizasyonda insan da bir meta haline gelir. Böyle bir durumda insan, insan olarak değil, anlık bir imkân olarak görülür ve işimiz bitince sırtımızı dönüp terk edebileceğimiz bir eşyadan farkı kalmaz.

 

Şeytanla anlaşanlar, şeytanlıkta şeytanı geçtiler. Şimdilerde şeytanlar bunlardan yaka silkmekte ve azgınlıklarından dolayı bunlardan kaçmaktalar. İnsanı insana kurt yapmaya çalışanlar sonradan onları zombiye çevirdiler. Biz, insan insanın kurdudur diyenlere hiç inanmadık. Bizim için insan insanın yurdu, umudu, nasibi, onurudur.

 

‘Kendi elimizle cehenneme çevirdik kendi içimizi’ diyor üstad Sezai Karakoç. İçimizde ki çöller daha kurak, yerini unuttuğumuz kalbimiz soğuk bölgelerden daha soğuk. Göğsümüzdeki ölü toprağı diriltecek, çölün ortasında dahi olsa o toprakları yemyeşil bir vahaya çevirecek yağmurlar beklesek de; hep özlediğimiz, hiç gitmediğimiz veya gidemeyeceğimiz yerler olarak kalacak o topraklar.

 

Bir var oluş felsefesi bulacağız diye hararetli bir şekilde mücadele ederken, hakikatten bihaber bir mahvoluş/yokoluş felsefesi icat ettik. Tutsağı olduğumuz bunca şey, ellerimiz ve ayaklarımıza pranga gibi bağlıyken, tıknefes halimizle, kendine düşünür diyen magandaların rastgele sıktığı soruların önüne atlıyoruz. Kalbimize saplanan her soru kuruntu ve şüphe olarak içimizde dönüp duruyor. Oysa soru şüphe etmek için değil cevap bulmak içindi. Bazen tek ‘Bir’ cevapta bulsak da kendimizi; kalbimiz, tüm hayatımız bir film şeridi, bir kitabın sayfaları gibi gözlerimizin önünden geçerken, okuduğumuz tüm satırların altını samimiyet kalemiyle tek tek çizer.

 

Her şey kötüye gitse de, kötünün egemenliği bir efsane gibi tüm karanlık halleriyle kalpleri işgal etse de, umudun tükenmeye yüz tuttuğu her durumda, yolumuzu kaybettiğimiz tüm karanlıklar da, insana yol gösteren bir meşale arzı endam eder. Sonra bu kayboluş tersine döner ve bir var oluş, bir diriliş ışığına dönüşür ve gözümüzün gördüğü hedefe gönlümüz de akar. İşte bu çerâğı elinde tutan gönül mimarlarından Mevlana’nın da buyurduğu gibi  ‘Göz nereye bakar, gönül oraya koşar. / Gönül nereye akar, ayak oraya koşar.’

 

Gün gelir ölüm de, insan da, geçmiş de geçmişte kalır. Her şey geçip gittiğinde biz ne halde oluruz acaba?