Eğer halen 'ameliyat' gerektirmeyen bir sorun ise; Kürt sorunu, Türk siyaset tarihinde en büyük paradokslardan biridir.  Bir paradokstur çünkü zaman zaman çözümsüz kalması en iyi çözüm olarak algılanmıştır. Sorunun bizzat kendisinden politik rant devşiren kesimler bir yana, çözümü sağlamak için  yapılacak girişimlerin büyük risk barındırdığı ortadadır. Çünkü sorunu çözebilecek kamuoyu desteğine sahip olmak için yıllarını veren, türlü türlü derin entrikaları atlatmayı başarmış bir iktidar sırf bu sorunu çözmek için kullanacağı 'doğal' araçlardan ötürü gücünün erozyona uğraması ihtimaline sahiptir.

 

Daha da kötüsü eğer 'ta derinlerden' birileri çözüm istemiyorsa, yapılacak her provakatif hamle, her eylem çözümü daha da imkansız kılacağı gibi, sorunun tarafları da problemlerin demokratik yöntemlerle ve sağduyu ile aşılmasına imkansız bakmaya başlayabilirler. Sonunda çözüme bulaşan herkes zarar etmiş olarak çıkar, statükoya bel bağlayanlar ise her zamankinden daha fazla güçlenirler. Ancak bu umutsuzluğa geçenlerde iktidar kanadından yapılan 'gövdemizi taşın altına koyduk' beyanı tam bir cevap oldu ve umutları arttırdı.

 

Sorunlara karşı çözümü kesmek, biçmek ve 'adam asmaca oynamak' üzerine olan, şehit cenazelerinden ince bir taktikle her seferinde kendi vehimlerine mesnet bulan, kendisi 'Kürtçü Kürtlere' kızarken, 'Türkçülük' yapan ve bunu meslek edinen malum siyasi parti son süreçte kendisinden bekleneni hiç ıskalamadan gerçekleştirdi. Hakikaten tam da şu anda kendileri iktidarda olsalar ne yapacaklardı merak konusu!

 

Kendileri bir zamanlar iktidarda idi, ancak düşünürün veciz sözü ile; “Politika bazen sırtı yere gelenlerin kazandığı bir oyundur”. Neyseki kazanmadılar ama politikanın söz konusu vecizenin söylendiği günden bugüne daha da 'kaygan' hale gelmesi için  medya; hem klasik haliyle, hem de sosyal hali ile yeterince güçlendi. Baudilliard'ın hipergerçekliği, esas gerçekliği çoktan geçti. Yani 'kazandık' diye gösterebilirseniz kazandınız. Ama adam asmaca oynayanlar kendi marjinal medyaları içinde tutturdukları hariç onu da başaramadılar.

 

CHP ise, uzun zamandır sadece iktidarın yaptıklarını eleştirme çerçevesine sıkışmış kör politikadan sıyrılarak barış süreci hususunda retorik bağlamda elinden gelen her şeyi henüz ilk adım aşamasında olsa da yaptı.

 

BDP'nin açıklamalarından ise henüz duygusal olarak umut vadedenleri dışında, sürecin neresinde yer alacağına, süreci nasıl konumlandırdığına dair bir okuma yapmak pek mümkün gözükmüyor. Ancak zaman içinde netleşeceği beklenebilir. Şu anda eğer pozisyonunu bozmazsa çözüm için adım atmak bakımından gerçekten de 'taşın altına giren' iktidar,  gerekeni yapmış olarak bunun kamuoyunda denk geldiği noktayı ve karşı adımları beklemekte iken, en kritik konular BDP'nin duruşunda düğümlenmiş durumda.

 

BDP-Kandil-İmralı arasındaki bağlantının seri veya paralel olması tüm süreci etkileyecektir. Eğer seri bağlantı yoksa; yani kararlar doğrusal olarak akmıyor, farklı uygulamalara izin veren bir yapı varsa Kandil denklemi daha da zorlaştırabilir. Nitekim demokratik kurumlar için legal düzlemde icra edilen bir müzakere süreci, kurumsal olarak ilişkiye girilmesi güç bir yapı ile bir dengeye gelmek zorunda kalabilir. Dahası Kandil dışındaki herkes 'seçilmiş' olarak çeşitli mesuliyetlere, hesap verme zorunluluğuna sahipken,  Kandil'in böyle bir problemi yoktur. Dahası kararlarını Kürtler nezdinde meşrulaştırmaya da ihtiyaç duymaz. Çünkü gücü seçmenden değil kendinden gelmektedir.

 

Sürecin dış politika boyutunu, eğer konsensüs sağlansa dahi çözümün kilometre taşlarının uygulanabilirliğini, daha da kötüsü çözüm sürecinin bir seçim döneminden daha uzun bir iş olması hasebiyle, seçimlerin demoklesin kılıcı gibi sürecin başında durduğunu tahmin etmek zor olmaz. Bu boyutları hesaba katılmasa dahi bu denklemi çözmek gerçekten çok zordur. Çünkü sadece iyi niyet ve çözüm için kararlılık değil, belki de günlük hafsala ile algılanması güç devasa bir resmin her karesinin iyi bilinmesi gerekecektir.

 

Ancak bu zor denklem eğer bir kere çözülebilirse, bunu başaranlar (sadece iktidar değil, sürecin içindeki herkes) tarihe altın harflerle yazılacaktır. Çünkü söylemesi güç de olsa, şu anki nazik vaziyeti analiz edip çözebilmek, neredeyse cephede ölmeye karar vermekten daha zordur.  Çünkü ölüp şehadet kazancını elde etme 'şansı' yoktur.  Dahası öyle veya böyle umutla bağlanılan bu çözüm, ülkede geri kalan diğer sorunların 'ölçek ekonomileri' mantığı ile zincirleme çözülebilmesine vesile olacaktır. Eğer 'gizli ajandalar' yoksa, bu çözüm için sonucundan bağımsız olarak girişimi başlatanları da, yakın zamanda statüko ile yenilikçilik arasındaki sarkaca bir ara binen perspektifle ortaya koydukları politikaları saymazsak, kutlamak gerekir.

 

Çözüm denilince ne beklenir peki? Herhalde kemikleşmiş bir problem için bir kaç maddeden oluşan bir prospektüs yeterli olmayacaktır. Bu prospektüste en beklenmeyen ailaçlar yazılı da olsa... Yani çözüm planında; “haydi federal oluyoruz” gibi tartışmalı ve iddialı bir adım olsa, hatta bu tatbik dahi edilse, eğer çözüm için sadece taraflar değil, geri kalan aktörlerin de kararlılığı, inancı belki de 'çözüm inadı' olmadan çözüm gerçekleşemeyecektir.