Rivayet o ki, Hz. Süleyman'a bir gün bir misafir gelir. Söz arasında der ki: “İşittim ki Allah bazı kullarını günahları olduğu halde bağışlayıp, iltifatla karşılarmış,  bunlar nasıl kullardır?”

Hz. Süleyman bir an düşünür ve vereceği cevabın hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde olmasını tasarlar. Tam bu sırada üç kişi birbirinden dâvâcı olarak huzuruna çıkarlar. İçlerinden en yaşlı olan, der ki: “Sultanım, bunlar üç arkadaştılar birisi dışarda duruyor. Benim arpa tarlamı merkepleriyle beraber baştan başa çiğnediler. Tarlamın ortasında ezilen ekinlerle kocaman bir yol açıldı. Halbuki ilerde bir dağ yolu var ama o yol zorlarına geldiği için tarlamı mahvettiler.”

Şikâyet edilenlerden en başta duranı, fütursuz ve küstah bir tavırla: “Ona böylesi lâyık, çünkü tarlasını yol ortasına yapmasaydı” der.

İkinci arkadaşı üzgün bir ifade ile konuşur: “Efendimiz bu arkadaşıma uydum; bir hatadır oldu. Tarla sahibinden af dilerim. Bana ne kadar zarar düşerse kendisine ödeyeyim, bir daha da buradan geçmem.” Hz. Süleyman, şikâyet olunan üçüncü kişi neden dışarıda bekliyor, diye sorar. Onlar “Bilmiyoruz,” deyince; nöbetçilere içeriye getirmelerini emreder. Nöbetçiler, “Efendim bu şekilde koca sultanın huzuruna çıkıp, nasıl yüzüne bakacağım” diye ağlayıp duruyor. Hz. Süleyman mânâlı bir çehre ile sakalını tutarak düşünür ve: “Varın ona söyleyin borçlarını ben ödeyeceğim. Mal sahibiyle barışıp af dilesin.” Diğer suçlulara verilen ceza birbirinden farklı olur. “Ne yapalım tarlasını ortaya yapmasaydı” diye küstahça konuşan hem zararı öder, hem de adâlet makamına saygısız davranıştan bir gün hapis yatar. İkincisi ise sadece yaptığı zararı öder.

Dâvâcılar çekip gittikten sonra Hz. Süleyman, sözü yarıda kalan misafirlerine dönerek: “Her şey bize gerçeği gösterecek bir ibretli levhadır. Ancak, onu görecek göz ve okuyacak gönül gerektir”, diyerek sözlerine başlar:

-İşte bu şikâyetçi ilâhi bir hikmetle sorunuza cevap olacak bir anda geldi. İnsanların bir kısmı hem günahkar hem küstahtır. Hatalarında inat ederler, kendilerini haklı gösterecek sebepler icat etmeyi bilir de bir türlü af dilemeyi; tövbekâr olmayı kibirlerine yediremezIer. Böyleleri dünyada da düştükleri çıkmazlardan kurtulamazlar. Hele böyleleri yönetici olurlarsa suçlarını düzeltmek yerine suçlarını örtecek kanunlar icat ederler.

İkinci bölük hatasını bilip tövbekâr olarak zararlarını ödeme yollarına gidenlerdir…

Üçüncü bölük yaptığı hatasından öylesine pişman ve perişan olurlar ki, gözleri de, gönülleri de ağlar. Ben hakkın huzuruna ne yüzle çıkarım diye halk için hep iyiliklere koşarlar. Böyleleri muhakkak ki sonunda iltifata uğrayıp, maddî ve manevî âlemde görüşleri açık olur.

Bu hikayeyi merhume Atiye Keskin hanımefendinin, “Bir Nükte Bir Işık” adlı kitabından aldım. Bu hikayenin bana verdiği mesaj, eşit değil adil davranışın daha değerli olduğudur. Hikayede adı geçenler, aslında aynı suçu işlemişler. Düz bir mantıkla, aynı cezaya çarptırılmaları gerekir. Ancak hata ve kusurda ısrar edip küstahlık yapanlar ile suçtan pişman olup utanç içinde yaşayanlar aynı bu hikayedeki gibi aynı işleme muhatap olmamalı.

Daha önceki yazılarda bahsetmiş olabilirim. Ortaokulda iken ders esnasında sıra arkadaşıma şakayla rahatsızlık verecek bir davranışta bulundum. Birden bağırıp çağırdı. Öğretmen bizim yanımıza geldi. Bu arada utancımdan kıpkırmızı kesilmiştim. Öğretmenimin yüzüne bakamıyordum. Arkadaş gürültülü bir şekilde beni şikayet ediyordu. Öğretmen bana hiçbir şey demeden arkadaşıma, “Hiç olmazsa Murtaza’nın yüzü kızarmış.” diyerek yanımızdan uzaklaştı.

Suç, kusur ve hatanın aynı olması aynı muameleye tabi tutulmayı gerektirmez. Bunların arkasındaki etmenlerin de araştırılması lazım.

Yönetim, mahkeme ve bu gibi kademelerde görev yapanların bu yazıda yer verilen görüşleri hassaten dikkat edip uygulamaya çalışmaları, adaletin tecellisi için büyük önem taşımaktadır.