“Anlaşılmaktan umudu kestiğimiz için mi beğenilmeyi bu kadar önemsiyoruz?”

Bu sözler, psikaytri alanının en kıymetli hocalarından rahmetli Engin Geçtan hocaya ait. Bir projede yer almak için yaptığım başvuru neticesinde soru olarak sorulmuştu. “Siz ne düşünürsünüz?” diye. Başladık yazmaya, yazdık başlamayı yeniden...

Rahmetli hocamızın, “Anlaşılmaktan umudu kestiğimiz için mi beğenilmeyi bu kadar önemsiyoruz?” sorusu yerinde ve muhtemeldir ki tüm zamanların ruhuna uygun olarak dökülmüştür dilinden. Mekanı cennet olsun. Cümleyi bitirdiğimde, sanki hocamızla bir aradayız ve o söylemiş de ben hemen ardından “tamamen katılıyorum hocam” demişim gibi hissettim. Bir ilavede bulunarak ama. Anlaşılmak umudu bahsinden önce anlaşılmanın umurumuzda olmasını ekleyerek.

Kesin olan bir şey var; beğenilmek, takdir ve taltifle karşılık bulmak nazarımızda pek kıymetlidir. Süreci itibariyle nefsimizin okşanması veya sonucu düşünülerek kendimizi o şekilde tatmin ediyor olmamız, kıymette birincidir maalesef. Peki, buna sebep nedir? Anlaşılmak istemişizdir çokça zaman.

Mesela 10 yaşında bir çocuk olmuşuzdur, bayram tatili için öğretmenimizin verdiği “Bayramda yaşadıklarınızı yazıp getirin ve bayram sonrası ilk derste sınıfta okuyun” temalı ödevini defterin bir kenarına not alıp bayram tatili boyunca, çocukluğun neşesi ve bayramın eğlencesiyle ödevi unutup tatil dönüşünde ödeve dair tek satır karalamadığımız defterin boş yaprağını açıp, zihnimizden sanki olmuş gibi olanları okumuşuzdur.

Okurken ki kapılma ve heyecanın tekrarıyla bir anda başımızın ucunda biten öğretmenin “ödev yapmamışsın!” diyerek kulak çekmesine maruz kalmışızdır. Ama anlatabilsek öğretmene, bayramda ödev mi olur diyebilsek sorun olmayacaktı. Halbuki Ali öyle mi, o da teneffüste yazmıştı bir şeyler “kalktım, babamla namaza gittim, akrabalarımı gezdim, bol bol şeker topladım” buydu Ali’nin yazdıkları. Öğretmen aferin dedi, oysa ben her ayrıntıyı okuyordum defterde bir şey görmeden. Öğretmen Ali’nin ödevini beğendi, benim de kulağımı.

O da bir şey mi? 12-13 yaşındasınızdır mesela, az çok şarkı türkü söylersiniz. Sesiniz güzel olduğundan falan değil, sevdiğinizden. E biraz da ergenlik başlıyor ya hani, millet çekinir dalga geçerler diye. Siz çekinmemişsinizdir. Çanakkale Deniz Zaferi’ni Anma Programı olur ilçenin kültür merkezinde. Halk da var programda. E Çanakkale türküsünü sen söyle der öğretmen. Ooo hocam baş üstüne. Program anı söylersiniz türküyü. “Ölmeden mezara koydular beni, of gençliğim eyvah” derken eyvah olur çocuk kalbinize. Canınız yanar, daha bir içten söylersiniz. E parçanın makamı da kaybolur belki. Ama söylerken en etkilendiğiniz yerdir orası, siz en çok orayı seversiniz. Program biter, müzik hocası gelir. “Emre ne yaptın?” diye çıkışır hemen. Sizin en içten söylediğiniz bölüm, “ne yaptın” bölümüne dönüşüverir birden. Anlatamazsınız, beğenmezler de. Oysa belki, makam bozulmasa beğenecekler. Ama siz söylemiş olacaksınız sadece.

Beğendirmek mi şart, derdi anlatmak mı? Bu böyle uzar gider. Doğrudur, anlatamadığınız anlarda ya da öyle düşündüğünüzde vazgeçersiniz belki, beğendirmek istersiniz. Ya da vazgeçerler beğenmekten. Kenarda dursun bu. Anlaşılmak umudu kaybolmadan evvel anlaşılmak umuru muhafaza olsun. Yok ki belki. İnsanlar ne yaptığımızı anlamasa da olurcu bakış açısı gördüm kaçtır, üzüldüm. Yine görüyorum, yine üzülüyorum.