Kelimeler ağzımızdan düşmüyor, her an konuşuyoruz, yazıyoruz, anlatıyoruz… Ama belki de en çok konuşurken uzaklaşıyoruz hakikatten. Çünkü kavramları anlamlarından o kadar uzaklaştırdık ki, artık duygular bile tanınmaz hale geldi. Sevgi, korku, özlem, öfke, mutluluk… Her biri dilimizde var, ama içimizde gerçek mi?

Her gün birilerine “seni seviyorum “diyoruz. Ama bu söz, içimizde kıpırdayan neyi temsil ediyor? Gerçek sevgiyi mi, yoksa bir alışkanlığımı? Belki de sevgi kelimesi o kadar çok o kadar kolay harcandı ki ne ağırlığı kaldı nede sıcaklığı. İşte bu yüzden diyorum keşke duyguların kendi dilleri olsaydı da, kendilerini doğrudan ifade etselerdi.

Dil çoğu zaman bir elbise gibi. Giydiriyoruz duygularımıza ama ya bol geliyor ya da dar. Ya fazla süslü, ya da içi boş. Böylece duygularımızın üstüne başka anlamlar yüklüyoruz. Hatta zamanla onları kendini doğasından uzaklaştırıyoruz. İçten gelen bir kırgınlık, dile geldiğinde ya fazla hafif kalıyor ya da fazla keskin. İçimizde ya bir suçlamaya dönüşüyor ya da bir sessizlikle gölgeleniyor.

Belki de insan duygularını en çok konuşurken ihanet ediyor kendine. Çünkü kelimeler başkasına anlatmak için var, ama duygular önce kendine dokunur. Bu yüzden basitleştik. Duygular karmaşıkken biz onları kolaylaştırdık. “İyi misin? “ diyoruz mesela. “ iyiyim “ cevabı geliyor çoğunlukla. Oysa içimizde fırtına koparken bile bu cevabı veriyoruz. Çünkü duyguya uygun kelime yok ya da anlatmaya mecalimiz.

Ben artık kelimelere değil, sessizliklere daha çok güveniyorum. Bir bakışın, bir duruşun, bir suskunluğun anlattığı şeyi hiçbir kelime anlatamaz. Ve belki de bir gün, biz sustuğumuz da duygular kendi dillerini konuşur.

Ve bu yüzden belki de, var olduğumuz müddetçe, duygularımıza biz ihanet edeceğiz onları kendi kalıplarımıza sokarak.