Rahman’ın adıyla...
“Allah katında, yeryüzündeki canlıların en değersizi, aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal 22); sözlükte mastar olarak “men etmek”, engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelir. Akıl, felsefe ve mantık terimi olarak; varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan fakat maddeye tesir eden bir cevher, kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç demektir.
Kur’an-ı Kerim’e göre beşeri insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve kişiyi mükellef kılan şey akıldır. Ragıp el-İsfahani, aklı bilgi edinmeye yarayan güç ve bu güç ile elde edilen bilgi olarak tanımlamıştır. Zekâ ile akıl ayrı şeylerdir; zekâ genellikle akademik beceriler, problem çözme yetenekleri, hafıza, mantık gibi işlerde kullanılan bir yeti iken; akıl, iyi ile kötüyü, hatta iki iyiden daha iyisini, doğru ile yanlışı, hayırla şerri, faydalı ile zararlıyı ayırt etmekte, muhakeme etmede olmazsa olmazlarımızdan bir melekedir.
Akıl da dahil her şeyin mutlak sahibi olan Rabbimizin akla ne kadar kıymet biçtiğini, gerek Kur’an’da akılla ilgili ayetlerin tuttuğu yekûndan, gerekse akıl yetisine sahip olmayanın mükellef ve muhatap alınmamasından anlıyoruz.
Takriben 75 ayetten fazla yerde değinilen akıl kavramını, Resûlullah “Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha hayırlı bir şey kazanmamıştır.” hadisi ile desteklemiş ve önemini perçinlemiştir.
Aklın dindeki etki alanını sadece vahiy merkezli İslam değil; felsefe ve Hristiyanlık da dâhil, insanın varoluşu ile ilgilenen, buna anlam ve amaç kazandırmaya yönelik arayışlara giren tüm ekoller bu hususta tanımlar yapmışlardır.
Hristiyan teolojisinde önemli bir yere sahip olan Tertullianus (MS.160) adlı din adamı, “Akıl ile din, felsefenin merkezi olarak kabul edilen Atina ile dinin merkezi olarak kabul edilen Kudüs kadar birbirine uzak iki unsurdur.” demiştir. Bu görüşü Kant ve Renan gibi felsefede isim yapmış kişiler de desteklemişlerdir. Kierkegaard ise “İnanç, aklın bittiği yerde başlar.” tespitiyle akla nasıl bir rol biçildiğini göstermesi açısından mühimdir, aynı zamanda vahimdir.
Sadece Oryantalist ekoller değil, kendisini İslam dairesi içerisinde gören bazı cemaat ve tarikatlar da aklın hüccet, yani delil olamayacağını iddia ederler. Ve bu şekilde Kur’an’dan ne denli kopuk olduklarını açığa çıkarırlar.
Fakat defaatle vurguladığımız gibi, herhangi bir konuda sorgulama yaparken pergelin sabit ucunu Kur’an’a konumlandırıyor ve onun koyduğu kıstası esas almaktan vazgeçmiyoruz/geçmemeliyiz.
Kur’an’da akıl ile ilgili ayetlerin yoğunluğuna ve Resûl’ün tefsir sadedindeki hadislerine baktığımızda, gayri Kur’ani bakış açıları ile taban tabana zıt olduğunu görüyoruz.
Bununla beraber seküler filozofların aksine Müslüman filozof ve bilim adamlarının vahiyden damıtılmış tespitleri de takdire şayandır doğrusu.
Kıssalarını okuduğumuz ve aklî muhakemeleri ile yolumuzu aydınlatan tüm Resûller başta olmak üzere, son Resulün ilk dönem takipçilerinden biri olan Cafer-i Sadık akılla ilgili şöyle demiştir: "Peygamber dışarıdaki akıl, akıl içerideki peygamberdir."
Aynı şekilde İbn Rüşd, “Akıl ile vahiy bir annenin iki göğsünden akan süt gibidir.” derken; İmam Gazali ise “Akıl Allah’ın kullarına verdiği en şerefli cevherdir, akıl göz gibidir ama nur olmadan görmez; nur ise vahiydir.” sözleriyle ferasetin farkındalığını ortaya koymuşlardır.
Aklı tanımlama noktasında Kur’ani bir bakış açısı ile gayrivahyi bakış açısı arasında Kudüs ile Atina kadar fark vardır dersek, mübalağa etmiş olmayız herhalde.
Bizim için hayat rehberi olan Kur’an, akla 75’ten fazla ayette değinmiştir. Aklın kalbe mi, beyine mi nispet edildiği tartışmaları bir yana; bizce önemli olan şey aklın işlevselliğidir.
Akıl ya aktiftir ve beşeri insan eder, ya da atıldır beşeri şeytan eder. Aklın üç tür faaliyeti vardır: Parçadan parçaya varmak, yani kıyas etmek; parçadan bütüne varmak, yani tümevarım; bütünden parçaya varmak, yani tümdengelim. Akılla bağlantılı olarak ve aklın farklı boyutlarına, işlevlerine verilen kalp, fuad, ayn, basiret, sadr, ilham, nuha, lüb (ulu’l-elbâb) gibi farklı isimler, aklın ne kadar geniş bir işleve ve ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
“İyi ama onlar hiç mi yeryüzünde gezip dolaşmazlar. Bu sayede kendisiyle akıl edecek bir kalbe ya da işitecekleri bir kulağa sahip olsalardı ya... Ama şu da var ki, gözler kör olmaz; fakat asıl kör olan bir özellik vardır ki, kalplerdir.” (Hac 46)
"Bu insanlık için bir mesajdır; artık onunla uyarılsınlar ve bilsinler ki biricik ilah O’dur." (İbrahim 52)
“Dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir. Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.” (Bakara 269)
Sadece bu konuda numune teşkil eden şu birkaç ayetten bile, aklın dinde nasıl bir hüccet olduğunu anlamamak için çok çaba sarf etmek gerekir.
İslam’ın akla verdiği değeri anlamaya çalışırken illaki sorgulama devreye girer. Böyle olunca da ister istemez aklımıza cevaplanması elzem olan birkaç temel soru takılıyor.
Akıl verili bir şey midir, kazanılan bir şey midir? Eğer verili bir şeyse, neden herkeste aynı şekilde tecelli etmez? Neden akledenler ecir ile karşılık görür, mükâfat verilir?
Veya Yunus Suresi 100. ayete göre neden aklını kullanmayanları Allah kendi pisliklerine mahkûm eder? Yahut Allah Resûlü’nün “Aklı olmayanın dini yoktur.” veya “Deliden ve çocuktan kalem kaldırılmıştır.” hadislerini referans aldığımızda bu konuyu nasıl bir yere oturtacağız ve sonuç olarak bizi hangi noktada kaim kılacak derken, bu konuda ufuk açıcı bir araştırma sonucuna tevafuk ettik.
Bilim felsefecisi Dr. Anooshirvan Miandji (Anuşirvan Miyancı) şöyle bir tespitte bulunmaktadır: Beyin bir donanımdır, her insanda vardır; akıl ise bir yazılımdır, her insanda yoktur.
Bu bilgiler ışığında Kur’an’ın akla dair tanımını, akledenlere dair vurgusunu çok daha net oturtabiliyoruz.
Evet, akıl insanın içindeki cevheri cürufundan ayıklayıcı bir mihenk taşı olmasının yanında, hakiki insanı, insansı olanlardan da ayıran bir erdemdir. Yazık ki Kur’an’ın da tespiti ile insanların çoğu akletmezler. Çünkü akıl, sorumluluk gerektiren bir yetidir.
Maalesef aklını kullanmadan göçüp giden sayısız insanın var olduğu gerçeğinin yanında, şu çağda akıl etmekten nasibini almamış, her zaman azınlığın karşısında çoğunluğu teşkil eden yığınların mevcudiyeti de inkâr edilemez boyuttadır.
Buna mukabil, akledenler potansiyellerindeki iradenin farkına vardıkları ve sorumlu davrandıkları için insanlar nezdinde olsun ya da olmasın ama Allah katında muhakkak değerli olduklarının ve adı konulmuş bir günde kesinlikle ve değerlerinin karşılıksız kalmayacağının bilincinde olanlardır.
İşte bu yüzden dünyada bütün işler sarpa sarsa da aklın gereğini yerine getirdikleri için övgüye layık bulunurlar, ecre değer eylemlerde ter döktükleri için melekler onları selamlamayı beklerler.
Ve bilirler ki akleden kalpleri körelirse, göz çukurundaki ayn’ları görse bile kör kuyuların zifiri karanlığından kimse kurtaramaz onları.
Akledenler şuna iman etmişlerdir ki: “Tüm resuller, öncüler ve imamlar toplumlarının en akıllıları olmalarının yanında, akıllarının gereğini aksiyon alarak yani aklı atıl hâlden aktif hâle evirerek gösteren şahsiyetlerden oluşur.”
Akletme işi ancak imanı ve hayatı bir bütün olarak gören; olaylar ile olgular, yaratıcı ile yaratılan, insan ile eşya, dünya ile ahiret arasındaki kodları çözme gayretinde olan, bağ kuran; iyi ile kötüyü, hatta iki iyiden daha iyinin hangisi olduğunun tercihini yapabilecek anlayışa, ferasete sahip ulu’l-elbâb olanların harcıdır. Akletme işi zor iştir. Öyle olmasaydı çoğunluk bu kadar sefih olur muydu? Akletmek ağır görevdir, sorumluluk ister, özveri ister, farkındalık ister, gayret ister, kendinden feragat ister.
Akıl etmek, hayatın gül bahçesi değil; dikenli bir yol olduğunu, o yolda yürürken yolun sonunun nereye çıkacağının kaygısını taşıyarak, hesabını yaparak değil; dikenler ayağını kanırtsa da kendinden sonra yürüyeceklerin daha rahat yürümesi için diğergamlığı bayraklaştıran Âdemlerin işidir. Akletmek; ipekten dokunmuş libasları giyme ideali uğruna, dünyada ateşten gömlek giymeyi tercih edenlerin serencamıdır. Akletmek, dünyada tek akleden kendisi kalsa dahi bunun erdeminden bir an olsun şaşmayanların ülküsüdür. Akıl etmek, İbrahim’cesine, sırf aklettiği için kimse senden razı olmasa da sadece O’nun rızasına talip olma vizyonudur. Akletmek, kör kuyulara atılsan da Yusuf misali çıkıp aziz olabilenlerin gayesidir.
Ve akıl etmek, toplumda evvelinde sevilen, saygı duyulan biri iken, ilkeleri uğruna tüm sahte sevgileri elinin tersiyle itip, asıl sevginin menbaına varmak için yerini, yurdunu terk etmeyi bilen Muhammedî bir duruşun hakikatidir. Akletmek kolaya değil, zora talip olanların manifestidir. Çünkü akletmek, fiyatı olmayan bir değerdir.
Ne dersiniz, akleden azınlıktan olmak mı?
Aklını kullanmayan, esfel-i sâfilîn olan çoğunluktan olmaya mı talip olmak daha akıllıca?
Vesselâm.