Arzu, içimizdeki boşlukları seslendiren bir yankıdır; ne zaman susturulsa, başka bir köşeden yeniden konuşur.

Arzu, insan ruhunun en ince kıvrımlarında dolaşır; doyurulmadığında huzursuzluk, doyurulduğunda ise kayboluş getirir. Hayatta her şeyin fazlası kıymetini yitirir. Güzellik ölçüsüz sunulduğunda sıradanlaşır; mutluluk bile alışkanlığa dönüştüğünde değerini kaybeder.

Ruhu ayakta tutan açlık mı; yoksa doyumsuzluk mu onu çökertir? Eğer her şeye sahip olsaydık, hâlâ bir şeyleri arzulamaya devam eder miydik?

Tatmadığımızın hayali, tattıklarımızın tadını bile gölgede bırakır. Bu yüzden her arzu anında doyurulmamalıdır; çünkü arzuyu yaşatan şey ulaşmak değil, yaklaşırken hissedilen heyecandır.

Peki, ulaşmak mı tatmin eder; yoksa ulaşma ihtimali mi bizi canlı tutar?

Çocuklarımızın her isteğini hemen karşılamak, onları kısa süreli mutluluklara alıştırır. Oysa tatminin ömrü kısadır; birkaç ay sonra solar ve yerini yeni bir arzuya bırakır. Eğer dizginlenmezse bu döngü, ruhu tüketen bir zincire dönüşür. Tatminin peşinden koşmak mı özgürleştirir; yoksa arzunun anlamını sorgulamak mı? Belki de özgürlük, arzunun peşinden gitmekte değil; onun neden peşinden gidildiğini fark etmektedir.

Gerçek mutluluk, çok şeye sahip olmakta değil; sahip olduklarına anlam katabilmektedir. Anlam, sahip olduklarımızdan mı doğar; yoksa sahip olmayı aşan bir bilinçten mi?

Sabır, şükür ve içsel tatmin olmadan arzu, yalnızca geçici bir oyalanmadır. Çünkü insanı bozan şey, sahip olduklarının çokluğu değil; hiçbir şeye yeniden heves duyamamaktır.

Belki de arzuların terbiyesi, onları susturmak değil; onlara anlam giydirmeyi öğrenmektir.