Doç. Dr. Münir Ecer yazdı... Ramazan'da Mukabele, Mukabelede Ramazan

Hz. Peygamber (sas) ile Hz. Cebrail’in yeni inen ayet ve sûreleri karşılıklı okumalarından (arz) ilham alarak İslâm medeniyetinin bir geleneği haline dönüşen mukabele, bugün özellikle Ramazan aylarında her gün, hemen her camide icra edilmektedir. Öyle ki, mukabele Ramazan ile özdeş kılınmış, Ramazan ayı mevzu bahis olunca iftar ve sahurun yanında akla gelen üçüncü bir faaliyet olarak hatırlanır hale gelmiştir. Mukabele geleneği, dün olduğu gibi, bugün de rağbet ve iştiyakla sürdürülmektedir. Herhangi bir Ramazan gününün öğle vaktinde rastgele bir camiye girdiğinizde namazdan hemen sonra mukabele okunduğunu görmemeniz neredeyse imkansızdır.

Mukabele geleneğinin müminlere neler kattığına ilişkin bir sorgulama yapmak isterseniz zihninizde hemen birkaç maddelik bir liste oluşuverir. Her şeyden önce Hz. Peygamber’den bu yana inkıta’ ile karşılaşmadan bin yılı aşkın bir süreyi geride bırakan bir geleneğin devam ettiricisi olma pâyesi elde edilmiş olur. Hem Ramazan ayı, Kur’an’ın kendisinde indirildiği ay olarak (Bakara, 2/185) aynı zamanda bir Kur’an ayıdır. Kur’an ile hemhâl olurken bunu birlikte yapmak daha isabetli kabul edilmektedir. Yani Kur’ân’ı ortak bir amaç etrafında bir araya gelmiş insanlarla yan yana veya sırt sırta okumanın yalnız ve tek başına yapılan bir tilâvetten daha çok haz verdiği izahtan vârestedir. Bilhassa Kur’ân’ı bir fem-i muhsinin yanı başında, doğru ve eksiksiz okuyuşun örnekleri ile beraber hem görerek hem de dinleyerek ahz etmek, belki de mukabelenin en büyük faydasıdır. Bu üçüncüsü, mukabeleyi aynı zamanda bir dinî eğitim faaliyetine de dönüştürmektedir. Zira bir taraftan Kur’ân’ın hatmedilmesi murad edilirken öbür taraftan eksik ve yanlış okuyuşlar fark edilerek tashih edilebilmektedir.

Zihnimde bugünden geriye doğru bir kronoloji çizdiğimde, mukabele ile ilk tanışmamın hep kar kaplı, buz ve donun zirvelerinden eksik olmadığı, babamın imamlık vazifesini icra ettiği bir ücra köye rast geldiğini görüyorum. Ramazan ayının kış mevsiminin en sert günlerine denk geldiği yıllara… Bu günlerde kar ve soğuk, zirvelerden eteklere doğru tenezzül ederek hayatı adeta eve hapsedip insanları soba ile mûtenâ dostluklar kurmaya icbar ediyordu. Buranın kayda değer hususiyetlerinden biri de Ramazan geldiğinde caminin her zamankinden daha çok canlanması idi. Öyle ki, insanlar kar ve soğuğa meydan okuyarak vakit, Cuma, teravih derken evinden belki de sadece bunun için ayrılır, camiye günde birkaç kez muhakkak uğrardı. Evimiz caminin hemen yanında yer aldığı için insanların Ramazan sevinci ile camiye koşmalarına yakından tanıklık edebiliyordum. Sadece insanların sevincine mi? Elbette hayır…

Zira caminin de bir sevinci vardı. Biraz yakından bakınca hem Ramazanın gelişi hem de insanların her zamankinden daha çok gelip gitmesi caminin zeminini, kubbesini, hâsılı taş ve duvarlarını dahi şâd u handân ediyordu. Soğuk kış mevsiminin yaşandığı bir Ramazan gününde benim bahsettiğim köy camiine gidecek olsaydınız etrafında bir taraftan namaz vakitlerini beklerken öbür taraftan mutad köy işlerini müzakere eden insanları, koşuşturan çocukları, fazladan birkaç cemaat görme fırsatını bulduğu için bir yandan caminin içindeki iki sobayı tutuştururken diğer yandan vaaz kürsüsü ile mihrap arasında gidip gelen köy imamı muhterem babamı uzaktan, hiçbir detayı kaçırmadan gözlemleyebilirdiniz. İftarlar yapılıp teravih vakti geldiğinde ise cami apayrı bir sevince bürünürdü. Büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek köyün hemen her sâkini soluğu camide alırdı. Sobaların etrafında yapılan küçük hasbihâlden sonra namaza durulur, çocukların haylazlığı ile büyüklerin sitemleri arasında teravih namazı kılınırdı.

Bu ramazanların en mahsus alışkanlıklarından biri de şüphesiz mukabele geleneği idi. Kırsal, köy deyip geçmeyin! Hz. Peygamber ile Hz. Cebrail arasında vuku bulan arz hadisesinin tarihin sonraki zamanlarına, nihayet günümüze kadar uzanan ve ‘mukabele’ diye adlandırılan bu öyküsü, burada da ciddiyet ve teenni ile sürdürülüyordu. Mukabele, mutad olarak öğle namazlarından sonra okunuyordu. Namazın son iki sünneti kılındıktan sonra bir eliyle Kur’an’ı sinesine doğru tutup diğer eliyle rahleyi kapanlar doğrudan sobaya yönelirdi. Caminin içerisinde yanan sobaların etrafına sırtını dönerek yuvarlak bir halka oluşturan insanlar, Kur’an-ı Kerim’i sesli bir şekilde okuyan imamı sessiz ve dikkatle takip ederlerdi. Herhalde bu yuvarlak halkaya işaret etmek için olacak ki mukabeleye ‘daire’ deniliyordu. ‘Daire başlıyor’, ‘daire okunuyor’, ‘daireye yetişelim’ sözleriyle doğrudan mukabeleyi kastediyorlardı.

Mukabeleye sadece büyükler değil, hususî olarak çocuklar da katılırdı. Annemin vakti geldiğinde daireye yetişmem, hiç değilse vefat etmiş olan dedemin ruhunu şâd etmek için katılmak gerektiğine dair telkinleri hâlen kulaklarımda yankılanıyor. Çocuklar, genelde mutad olarak yaz-kış demeden camide Kur’an-ı Kerim eğitimi alanlardan oluşuyordu. Mukabele başladığında bizim için ders de başlıyordu. Zira hocamızın okuyuşunu takip ederek eksik, yanlış okumalarımızı, varsa mahreç, tecvit kusurlarımızı da fark edip düzeltebiliyorduk. Sadece çocuklar değil, büyüklerden de bu amaçla gelenler vardı. Bu nedenle mukabele, esasında bir Kur’an eğitimi oluyordu. Haddizâtında hoca da bunun farkındaydı. Bu nedenle çok dikkatli ve anlaşılır bir şekilde okuyordu. Önce yavaş ve tane tane okumaya başladığı mukabeleyi ilk sayfadan sonra hafif bir şekilde hızlandırırdı. İkinci sayfadan sonra dinleyenlerin rahatlıkla takip edebilecekleri orta seviyede bir hız (Tertîl) tutturarak ilerlerdi. Cüzün son ayetine geldiğinde yine yavaşlar, tane tane bitirirdi. Okumanın yavaşladığı yerlerden biri de secde ayetleri idi. Ayeti yavaşça tamamladıktan sonra yüksek sesle ‘secde!’ der demez herkes rahlesini biraz yana çekip ya oturduğu yerden ya da biraz ötede kıbleye dönerek tilavet secdesi yapardı. Bu anlarda kısık da olsa ‘secede vechî lillezî…’ sesleri duyulabiliyordu. Secde ayeti yoksa genellikle okumaya fâsıla verilmez, duraksamadan bir cüz bitene kadar okunur, mukabele tek seferde tamamlanırdı. Ancak bu her zaman olmazdı. Nadiren de olsa hocanın bazı mühim ayetlerde durup ayetin kısa bir tefsirini yaptığına da şahit olmuşluğum vardır.

Bazıları bir yandan takip ederken öbür yandan tagannîye eşlik ederek kâh öne ve arkaya, kâh sağa ve sola doğru sallanıyordu. Bununla beraber sadece dinlemeyi tercih edenlerin sayısı da az değildi. Bunlar da sobaya nispeten daha yakın yerleri tercih ederek elinde doksan dokuzluk tespih ile huşû içerisinde gözleri kapalı bir şekilde Kur’an’ı dinlerdi. Camide sadece Kur’an’ın sesi, yanı sıra bazen de ateşin sobadan gelen sesi duyuluyordu. Esasında ikisi de güzeldi. Zira biri ruhu ısıtırken diğerleri bedeni ısıtıyordu.

Ramazanın son günü, Kur’an’ın son cüzü okunduğunda hemen ardından hatim duası yapılıyordu. Bu günde cami her zamankinden daha kalabalık oluyordu. Zira herkesin hatim duasından nasiplenmek gibi bir muradı vardı. Hatim duası da tamamlandıktan sonra camiyi bir aylık vazifeyi hakkıyla tamamlamış olmanın sevinç ve gülümsemeleri kaplıyordu. Ramazan ayında Kur’an’ın da hakkı verilmiş, gönüller rahatlamış oluyordu. Hem cami, hem de insanlar Ramazan’a karşı vazifesini ifâ etmiş, ‘nice Ramazanlara..!’ duasıyla ânı, günü ve ayı uğurluyordu.

Not: Bahsi geçen köye 20 yıl sonra, 2023 Ramazan’ında yeniden gittiğimde camideki sobanın etrafında mukabele okunduğunu görünce bu yazıya niyetlenmiştim. Bir-iki teşebbüsüm çeşitli nedenlerle akîm kaldı. Ramazanın kış soğuğuna daha çok denk geldiği bu yılda kış Ramazanlarına dair bu yazıyı kaleme alma isteğim daha da ziyadeleşti. Yazıların da bir kaderi vardır, bugünlere nasip oldu…