Dr. Sait Ebinç yazdı... Sıhke Caddesi
Bütün şehri baştan başa kat ederek ikiye bölen Sıhke Caddesi Kaledeki eski metruk şehirden başlayarak Sıhke Köyü’ne kadar uzanan şehrin en eski ve en uzun caddesiydi. Bu cadde üzerinde yer alan sağlı sollu evlerin kapıları caddeye açılırdı. Caddenin sağ ve sol tarafındaki kuzey ve güney yönündeki sokaklar bu caddeye bağlanırdı. Sıhke caddesi genellikle şehrin yerli nüfusunun mukim olduğu caddeydi. Seferberlik öncesi şehrin gayri müslim ekâbir tüccar taifesinin mukim olduğu muhit ise Norşin Ula (Yukarı Norşin) denilen sokaktı. Kaledeki eski şehirde ise bir birine bakan dar ve girift sokaklar vardı. Sıhke Caddesi’nin sağında ve solunda sade görünümlü cumbaları ve pencereleri sokağa bakan bahçeler içinde iki katlı şirin evler sıralanırdı. Bu iki katlı evlerin arasında ise tek katlı küçük kerpiç evler yer alırdı. Sıhke Caddesi’nden yürürken kaç kez bu evlerin birinde oturmak istemiştim. Karlı kış akşamlarında ne zaman bu evlerin önünden geçsem belinin yarısına kadar kaldırıma gömülmüş bu küçük kerpiç evlerin pencerelerindeki çiçekleri ve sobanın ısıttığı sıcak huzuru düşünürdüm.
Serin yaz ikindilerinde ise bu evlerin taş avlularında kızların kolları tül peçelerin biraz içinde biraz dışında çıplak ayaklarla yürüdükleri tahta merdivenleri düşünürdüm. Yarı beline kadar kaldırıma gömülmüş evlerde bir kadının saçlarını taradığı ışık yanan evleri düşün. Bazen de bu caddeden geçerken akşam vakitleri şipanalarda kocalarının eve dönmesini bekleyen kadınları görürdüm. Sokağın sağ tarafında cana serinlik veren Kehrizlerin yol boyunca insana refakat eden uğultusunu duyardım. Yol boyunca akan kehriz suları sanki insana bu şehrin yer altı gölünün üzerinde kurulduğunu düşündürürdü.
Sokaklardan el ayak kesilip akşamın karanlığı düşünce Sıhke Caddesi'ndeki toprak damlı evlerinin ışıkları yanmış olurdu. Sessiz ve sedasız bu evlerin seyrek dermansız lambaları evleri büyülü hale getirirdi. Sıhkenin o küçük kerpiç evlerinin pencerelerinde akşam hüznünü ve o zamanki gaz lambasının dermansız ışıklarının oluşturduğu gölgeleri görürdüm. Evlerin gece yarısı sönük kırmızı ışıklarıyla o evin içindeki insanları düşünürdüm.
Sıhke Caddesi’nde rastladığım ışıklı tek tük kırmızı perdeleri indirilmiş pencerenin pervazların yanlarından, altlarından sokağa eğri büğrü ışık artıkları yansırdı. Sokağın bütün ışıkları büsbütün perdelenince evler mahremleşerek kendi derinliğine dönerlerdi. Bu derinlik geçmiş zamanların şimdiki zamanların üstünü örttüğü bir loşluğa dönüşürdü. Dışarının zifiri karanlığı karşısında içerinin gizlenmiş nazlı tatlı nuru bu evleri mabetleştirirdi. Eski evlerin de canları vardır. Onlar hep sessiz bir hayatla yaşarlar. Vaktiyle şenlikli zamanları geçmişte kalmış bu evlerin parlak ışıklı pencereleri ömrün son demlerine gelmiş takatsiz ihtiyarların gözleri gibi cansız ve ışıksızdı. Artık ışığı çekilmiş bu eski evler şevkini kaybetmişti. Bahçelerindeki böcekler bile susup uyumuştu. Çocukluk muhayyilemde bu muhitte dimağımda iz bırakan unutulmaz bir intıba var. Sıhke’nin küçük bahçeli, yan yana orta halli evlerinden biriydi. Yolumun üzerindeki sıra sıra evlerden birinin kapısı aralanır. Aralıktan yeni yıkanmış taşlık görünür. Çıplak ayaklarında terliklerle bir kız elindeki ıslak süpürgeyle kanallardan su alıp şipanayı süpürdükten sonra çabucak kapıyı örtüverirdi.
Bir bahar mevsiminde buradan geçiyordum. Gizlice bir avludan gelen bir ses duydum. Çığlık değil, güneşin nağmesiydi. Ruhumda eskiden âşina olduğum mevsimlerin sesine benziyordu. Evin karanlık loşluğu içinde gamlı ve yanık sesiyle birisi Türkü söylüyordu. Bu ses kim bilir hangi gamlı gönülden süzülüp geliyordu. Bu içli yüreğe dokunan Türküyü o kadar âşıkane bir tavırla okuyordu ki dinleyenlerin bütün varlığını saracak kadar tesirliydi.
Hafızam zevkle hatırlıyor. Sıcak yaz aylarında çarşıya çıkarken Kanlı Meşe Sokağı aşıp iki yanı ağaçlı ıslak yollardan heyecanlı küçük adımlarla yokuş yukarı çarşıya giderdik. Resmini gördüğünüz bu evin duvarının üstünden boynunu sokağa uzatmış leylaklar, güller rayihasını sokağa yayardı. Leylâkların rayihası tıpkı insanın gönlünü baygın hale getirirken çocuksu bir neşeyle kanallardan akan suların uğultuları arasında kimi Türkülerin ahengine benzeyen bitmez tükenmez bir lezzetle büyülü his ziyafetine benzer duygular ihsas ederdi. Bir vakitler ışıklı gölgelerin vurduğu odalarında soluklandığımız bu evler nereye gitti. Ereğin sol omuzundan doğan güneşi yarı uykulu gözlerle seyretmiş o güzel kızların bakışları hangi ağarmış pencerelerinde saklıdır. Bahçelerinde çiçeklerin, temiz havanın aydınlığını yaratan kadim şehrin eski sakinleri hangi dönülmez gurbetin ufkundadır. Fakat niçin bilmem seni her hatırladığımda, dilimde eski zamanlardan kalmış yanık bir türkü gelip boğazımda düğümleniyor. Geçmiş zamanların asaletini ve hüznünü koruyan bu evlerin solgun çehresi her daim vakur, sade bir asaletle gelen geçeni selamlardı.
Bazen de bu caddeden geçerken ılık bir öğle güneşiyle möhre dibinde oturmuş ihtiyarlar görürdüm. Onlardan birine bir bahar günü ulu bir söğüt ağacının meltemle oynaşan söğüt yaprakların altında rastladım. Gözleri öğle güneşiyle gittikçe daha fazla aydınlanan geçmişe dalmıştı. Radyodan yankılanan hüzünlü bir Türkü dinliyordu. Bu nağmeler onu kanatlarına takıp mehtaplı serin bir yaz gecesinde deniz kıyısına götürüyordu. Yarı hüzün yarı gülümseyen yüzünde kim bilir hangi gençliğin yarım kalmış hicranı vardı.
Bu evlerden şimdi artık hiçbiri yaşamıyor. Bu evleri zamanında fotoğraflayıp evlerin resititüsyonunu yapıp ölümün ve unutulmanın elinden kurtaran Mimar Şahabettin Öztürk şehrin tarihinde çok önemli bir iş yaptı.