Ne zamandan beri çocuklar kendi oyunlarını kuramaz oldu?
Ne zamandan beri bir topun peşinden koşarken dizleri yara olmasın diye “aman dikkat” sesleriyle çevrildi etrafları?
Ne zamandan beri “anne ben yaparım” cümlesi bir tehdit gibi algılanmaya başladı?
Ve ne zamandan beri çocuklar, kendi hayatlarının misafiri oldular?
Artık çocuklar rüzgârın yönünü bile bilmeden büyüyor.
Bir zamanlar elleriyle çamura şekil verip kendi hayal dünyalarını inşa eden minik yürekler, şimdi ekranların parlak yüzünde kayboluyor.
Yediği yemeğin tadını, seçmediği kıyafetin rahatını, oynayamadığı oyunun neşesini bile bilmeden…
Her şey onlar adına seçiliyor; elbiseleri, dersleri, kursları, hatta hayalleri bile.
İyi niyetli bir koruma isteğiyle, çocuklar “risklerden uzak” ama “hayattan da uzak” büyütülüyor.
Kırılmasınlar diye cam fanuslara koyduğumuz çocuklar, nefes alamıyor artık.
Bir parkta dikkatlice gözlemleyin; bir grup çocuk oynarken, kenarda ellerinde kahve bardaklarıyla bekleyen ebeveynleri göreceksiniz.
Çocukların her adımına bir “dikkat et!”, “yapma!”, “koşma!” sesi karışır.
Sanki çocuklar değil de, bir müzede gezen paha biçilmez eserlerdir onlar.
Oysa çocukluk biraz da kirlenmektir, düşüp dizini kanatmaktır, arkadaşına darılıp sonra barışmaktır.
Ama biz o doğal öğrenme süreçlerini ellerinden alıyoruz.
Her şeyi biz planlıyor, biz seçiyor, biz karar veriyoruz.
Ve sonra büyüdüklerinde kendi kararlarını veremeyen, her adımda bir onay bekleyen gençlerin neden bu kadar kaygılı olduklarına şaşırıyoruz.
Bir öğrenci düşünün: Sabah 07.00’de kalkıyor, kahvaltısını bile kendi seçemiyor.
Üzerine giydiği mont, katıldığı kurs, gittiği okul, hatta seçtiği arkadaşlar bile bir “ebeveyn filtresinden” geçiyor.
Kendi kararlarını verememiş bir çocuk, ileride hayatın sert virajlarında direksiyonu tutarken eli titriyor.
Çünkü hiç karar verme pratiği yapmadı; onun yerine hep bir başkası düşündü.
Kendi gölgesinden bile korkar hâle gelen bu çocuklar, toplumun en kırılgan aynası aslında.
Biz onlara ne verirsek, yarının insanı da o olacak.
Bu durum sadece ailede değil, okulda da karşımıza çıkıyor.
Okulda öğretmen, evde anne-baba… Herkes “doğrusunu” söylüyor, ama kimse çocuğun “kendisini” dinlemiyor.
Oysa eğitim dediğimiz şey, sadece bilgi aktarmak değil; düşünmeyi, sorgulamayı, seçim yapmayı öğretmektir.
Çocuklara sorumluluk vermek, hata yapmalarına izin vermek gerekir.
Bir çocuk, kendi defterini düzenleyebildiğinde, kendi hayatını da düzenlemeyi öğrenir.
Ama biz defterini bile “düzgün tut” diye elimizden alırsak, o çocuğun içindeki öz güveni de farkında olmadan sileriz.
Peki ne yapmalı?
Öncelikle çocuklarımızı “tamamlanmamış yetişkinler” olarak değil, “olmakta olan bireyler” olarak görmeliyiz.
Onlara alan açmalı, fikirlerini sormalı, karar verme süreçlerine katmalıyız.
Bir anne, bir baba ya da bir öğretmen; çocuğun hayatına yön veren değil, yön bulmasına rehberlik eden kişi olmalı.
Korumanın sınırını yeniden çizmeliyiz:
Korumak, engellemek değil; desteklemektir.
Korumak, “düşme” demek değil; düştüğünde el uzatmaktır.
Korumak, “sen yapamazsın” demek değil; “birlikte deneriz” diyebilmektir.
Çocuklarımıza “yapabilirim” duygusunu kazandırmak, onlara verebileceğimiz en büyük armağandır.
Çünkü kendi kararını verebilen bir çocuk, özgüvenli bir yetişkine dönüşür.
Ve özgüvenli bir yetişkin, başkalarının değil, kendi hayatının yolcusu olur.
Unutmayalım dostum:
Bir çocuğa her şeyi veremezsin ama kendi hayatını kurma cesaretini verebilirsin.
O cesaret, bir ömür boyu yetecek en kıymetli mirastır.