Dünya küçük, belki de bir avuç kadar kaldı. Bir adım ötede bir başka dil, bir durak ötede senden biri… Uzaklık bir zamanlar hasretti, şimdi ise yalnızca internet bağlantısının zayıflığı kadar. Artık ‘Gurbet’ diye bir şey kalmadı sanırım.
Asıl garip olan şey ise, tam da gurbetteyken bir hemşehriyi görmenin içimizde uyandırdığı kaçınma ile beraber gelen bir korku hissi. Bu hissi sanırım her dünyalı yaşasa da daha çok bizim gibi üçüncü dünya ülkesinden olanlar yaşıyor. Belki başka bir gezegende bir dünyalı görmek kadar ilginçtir.
Bir şehrin kalabalık bir sokağında, bir metro vagonunda ya da antik bir duvarın dibinde… Birden kulağımıza tanıdık bir ses gelir: Türkçe. Tanıdık ama davetsiz bir misafir gibi. Ve içimizde tuhaf bir kıpırtı… Sevinçle karışık bir huzursuzluk. Sanki yüzleşmek istemediğimiz bir aynaya bakıvermişiz gibi. Kim saçlarındaki akı, yüzündeki kırışıklıkları görmek ister ki!
Neden ürker insan kendi sesinden?
Erik Erikson, bu konuda ‘Kimlik krizi’ kavramını önerir. İnsanın yaşam boyu çeşitli kimlik krizleri yaşadığını söyler. Özellikle ergenlikte başlayan “Ben kimim?” sorusu, göçle, yer değiştirmeyle, kültürlerarası geçişle tekrar hortlar. Gurbete giden biri, yeni bir toplumda kendine yeni bir benlik inşa eder: Daha modern, daha düzenli, daha medeni. Ama bu ‘Yeni ben’ çok kırılgandır. İçeride bir yerlerde eski ben canlıdır çünkü ve aynayı görünce kırılmaya açıktır.
Birçok kez anlatılmıştır, bazen bir gülümsemenin arkasına gizlenmiş bir buruklukla. Fransa’da bir apartman dairesine taşınan Kayserili vatandaş, yan komşusunun da Kayserili olduğunu duyunca hemen evi satışa çıkarır. Sorana şöyle der: “Fransa’da da fiyatları mı konuşacağım?”
Roma’da, Colosseum’un gölgesinde özçekim (selfie) hazırlığında bir kadın, yanına yaklaşan Türk ailesinin neşeli konuşmalarını duyar duymaz yön değiştirir. Ne o? Güneş mi rahatsız etti, yoksa aniden bastıran memleketin o ağır baskısı mı?
Sahilde, günün kavurucu sıcağında iki adam serinlemek üzere bara girer. Sessizce içkilerini yudumlarken yan masaya oturan iki kadın neşeyle, şakalaşarak Türkçe konuşmaya başlar. Erkekler de kendi aralarında tanıdık dille sohbet edince, kadınlar bir anda başka bir masaya kayar, sanki kelimeler kokmaya başlamıştır.
Gurbet, bazen bir kaçışın diğer adıdır. Bir zamanlar içinde yaşadığı toplumdan yorgun düşen bir insan, kendine yeni bir dünya arar. Sabahları “Good morning”le başlar gün, sokakta birine çarpınca “Sorry” yankılanır. Her şey medeni, her şey mesafeli, her şey istediği gibi olmasa da her şey olması gerektiği gibi. Masada peçete vardır, çatallar düzgün dizilidir. Kavga yok, didişme yok, arkadan iş çevirme yok. Kimse kimsenin maaşını, müdürle ilişkisini, hangi partiden, hangi aşiretten, arkasında hangi dayının olduğunu sormaz. Sadece yaptığın işten ve sadece kendinden sorumlusundur artık, çevrendeki ‘toksik’ dünyadan kurtulmuşsundur.
Ve o insan, memleketini geride bırakmıştır sanır.
Ama bir gün, bir sokak başında, bir vitrin önünde ya da uçakta... biri çıkar karşısına. Aynı dili konuşan biri. Aynı mutfağı bilen, aynı düğünlere, aynı yaslara tanıklık etmiş biri. Ve o an... kalbinin duvarlarına çarpan bir yankı duyar: “Aha... burda da mı?”
İşte o anda başlar ‘Ayna etkisi’. Çünkü karşısındaki insan değil yalnızca, geçmişidir. Sıvasız duvarlardaki çocukluğu, bir ömür süren adaletsizlikler, kuyrukta geçirilen saatler, haksızlıklar karşısındaki o suskunluk, akraba dedikoduları, “Kim kimin tarafında” diye bölünen sofralar...
İnsan, unuttuğunu sandığı her şeyi bir anda hatırlar. Hemşehri, hemşehriliyi gurbette görünce aynaya bakmamak için başını çevirir. Gurbet, bazen bir arınmadır. Kendini yeniden inşa etmenin umudu. Ama aynaya bakmadan arınmak mümkün mü? Her hemşeri bir aynadır çünkü. Seni sana gösteren, seni senden çıkaran, seni sana hatırlatan. Kimileri bu aynayı kıymet bilir, kimileri kıyamet...
“Türk müsün birader?” diye sorar bir gün biri. Yanıt gelir: “Yok dayı, Almanya’da doğdum ben.” Dayı bir tebessümle bakar: “Üzülme... geçer.”