Prof. Dr. Sebahattin Çelik yazdı: Malta’dan notlar: Kalbin yükü büyük ise…
Mektepliler okuduklarından bilir, alaylılar hisseder; ‘Kalbin ön yükü ve son yükü…’ dediğimiz bir şey vardır. Pre-load ve after-load denilen bu fizyolojik olgunun bence duygusal-manevi yönü de var. Daha yeni yasını tuttuğumuz bir kaybın acısı bana şunu düşündürüyor: Geçmişte yaşanan acılar bir ön yük olarak üzerinizde kalır. Geçmiştir ama hasar da bırakır. Gelecekte olacaklar (umutlar, korkular) ise kalbinizin son yükü olacak ve hep orda bir şeylerin göğsünüze basıyor-sıkıştırıyor hissi verecektir….
Sırrı Süreyya Önder’in insan hakları, demokrasi ve vicdan eksenindeki mücadelesi işte bu iki yükün toplamıdır. Kalbinin yükü fazla olanlar erken gider. Çünkü onlar sadece kendi yüklerini taşımazlar; halkın suskun çığlıklarını, çocukların hayalini, yoksulların duasını, tutsakların sessizliğini de kalplerinde taşırlar.
Şimdi o kalp sustu. Ama inandığı doğrular, uğruna bedel ödediği hakikatler ve ardında bıraktığı sessiz bir toplumsal vicdan, sonsuza dek çarpmaya devam edecek. Sırrı Süreyya Önder, bu toprakların kara mizahını en iyi bilen, ama asla umutsuzluğa düşmeyen bir bilgeydi. Bir sinemacıydı önce; kelimeleri perdeye dokuyan, karakterleri halkın içinden çıkaran…
En yüce senaryocu olan ‘kader’ onu gerçek bir sahneye, meclis kürsüsüne çıkardı. Politikaya adım attıktan sonra kimileri onu hafife aldı, kimileri şaşırdı. O ise inadına derinleşti, inadına direndi. İnsan haklarının, özgürlüklerin, barışın dili oldu. Sadece bir partinin değil, bir halkın tercümanıydı. Kürt’tü, Türk’tü, Alevi’ydi, sosyalistti, sağcıydı, solcuydu en nihayetinde Anadoluluydu; ama en çok da vicdanlıydı.
Cezaevine girerken yüzünde tebessüm vardı. O gülüşü bilirsiniz. ‘Mazluma umut zalime korku veren’ türdendi. Mecliste kendisine sözlü saldırıda bulunan bir başka vekile “Hele gel gel, bırakın gelsin” diyecek ve diğer yanağını çevirecek kadar da özgüvenliydi. Sırrı Süreyya, fikirlerinden ötürü tutsak edildiğinde, dışarıda kalanlar onun ne kadar özgür olduğunu daha iyi anladı. Çünkü onun özgürlüğü, sadece mekânla sınırlı değildi. Onunki bilmenin ve kalbin özgürlüğüydü. Zaman zaman hedef gösterildi, susturulmak istendi; ama o hiç susmadı. Çünkü onun sessizliği bile bir çığlıktı.
O, farklı düşüncelerin dostluk kurabileceğine, ortak vicdanda birleşeceğine inananların köprüsüydü. Onu sağcı da dinlerdi, solcu da laik de anlardı, dindar da. Onu sevmeyenler bile bazı konularda haklı olduğunu kabul ederdi. Bu çok nadir bir meziyettir; fikirleriyle değil,
Ahlakıyla sevilmek... Sırrı Süreyya, bu ülkenin siyasetinde unutulmaya yüz tutmuş o ahlaki zemini bize hatırlatan bir pusulaydı. Sapmadan yürüdü; yönünü iktidarlara değil, hakikate çevirdi. Hakikate ermenin kalp yükü büyük olur.
Ne yazık ki, kalp yükünü taşıyan damarlar fazla dayanamadı. Bu, sadece bir biyolojik son değil; barışa, huzura, erdeme inanan ve bunun için mücadele eden insanlar için bir umudun sonu oldu. Çünkü onunla birlikte, bir tür zarafet de gitti. Siyasetteki nezaket, konuşmadaki incelik, muhalefetteki erdem azaldı. Geriye onun gibi insanlar kaldıysa da eksiklik artık daha da hissedilir.
Kalp kriziyle değil, kalp yüküyle öldü belki de. Çünkü onun yüreği, bu ülkenin bütün acılarına ortak olmuş bir yürekti. Bunu hepimiz hissediyoruz ama anlatamıyoruz….
Ama ölüm her şeyi susturmaz. Sırrı Süreyya Önder’in hayatı, ölümünden sonra daha yüksek sesle konuşulmaya başlandı. Şimdi onu anarken, sadece bir insanı değil; bir düşünceyi, bir vicdanı, bir inancı yâd ediyoruz. O, “Barış” dediğinde savaş susuyordu. O, “İnsan” dediğinde kimlikler silikleşiyordu.
Onu hatırlamak, sadece bir kaybın yasını tutmak değil; onun mirasına sahip çıkmaktır. Onu hatırlamak hafif tebessümle celladına gülmektir.
Son nefesini verirken, kim bilir hangi sözü içinden geçirmişti, belki de “Yorulmadım, sadece kalbim sustu.” Demişti. Belki de tam bu yüzden, şimdi görev bizde. Onun sustuğu yerden konuşmak, onun yürüdüğü yolu tamamlamak ve onun bıraktığı kelimeleri büyütmek bizlere düşüyor.
Sırrı Süreyya Önder, bu ülkenin en narin vicdanlarından biriydi. Artık o yok; ama onun doğruları, korkuları, sevinçleri, üzüntüleri ve hakikatleri hâlâ ortada. Hep birlikte o ‘ön ve son kalp yükünü’ paylaşırsak sanırım onu yaşatırız. Ve doğruya dokunan hiçbir kalp, asla tamamen ölmez.