Zaman zaman, geriye dönüp, ellerimin hamur yoğurur gibi şekillendirmeye çalıştığı o en değerli eserimi, çocuklarımı nasıl büyüttüğümü yeniden düşünürüm. Üç çiçeğim var benim; üç kızım. Onları filizlendirirken, topraklarına özellikle dikkat ettim; yalanın yeşermeyeceği bir ortam kurmak için canla başla çabaladım. Hayatın hiçbir köşesine yalanın sızmaması gerektiğine inandım hep. Bu yüzden, ne sorularımla onları köşeye sıkıştıracak bir baskı kurdum ne de davranışlarımla bir yalanı gizlemeye mecbur bırakacak bir gölge düşürdüm üzerlerine.

Bu özenli yaklaşımın meyvesini, yıllar sonra öyle bir hasatla topladım ki: Kızlarım, nadiren de olsa bir "beyaz yalan"a sığınmak zorunda kalsalar bile, genellikle o günün akşamında ya da en geç ertesi gün, vicdanlarının rahatsız edici fısıltısıyla doğrusunu bize anlatırlardı. Onlara kızmak yerine, bu dürüstlüklerini ödüllendirdim; hatalarından ders çıkarmaları için bir çıkış yolu, yeni bir kapı gösterdim. Çünkü inanırım ki, her hata, doğruyu öğrenmek için bir fırsatın ta kendisidir.

Bir gün, lisede okuyan kızlarımdan birinin veli toplantısına katıldım. Müdür Bey'in odasına girdiğimde, samimi bir tebessümle karşıladı beni ve yüreğime işleyen o sözleri söyledi: "Kızımız akademik olarak vasat bir öğrenci olabilir, ama terbiyeli ve ahlaklı oluşu paha biçilmez. Biz, dersleri öğretiriz elbet; ama edep, ancak ailede öğrenilir." Bu sözler, ruhumda yankılandı; evet, kızım sınav kâğıtlarında belki en üst sıralarda değildi ama hayatın çok daha önemli bir sınavında, insan olmanın erdeminde, ahlakta ve edepte üstün bir başarı sergiliyordu. Aynı toplantıda, iki farklı öğretmen de benzer cümlelerle kalbime dokundu. Her ikisi de, farklı mekanlarda, gözleri parlayarak dediler ki: "Kızımız derslerde vasat olabilir ama adeta bir edep timsali. Bir kızım olursa, sizin kızınızın adını vereceğim."

Bu sözleri duyduğumda, bir ebeveyn olarak döktüğüm terlerin, sarf ettiğim sabrın ve yüreğimden koparıp verdiğim sevginin somut birer meyvesini gördüğümü hissettim. Gözlerim doldu, içim tarifsiz bir gururla kabardı. Akademik başarı, elbette ki önemlidir; bir kapı açar, bir yol sunar. Ancak insan olmanın gereklilikleri, ahlak, edep, dürüstlük, merhamet gibi değerler, tüm başarılardan çok daha yüce, çok daha kalıcıdır. Çünkü bu değerler, yalnızca bireyin karakterini değil, toplumun da temel taşlarını oluşturur; üzerinde yükseldiğimiz o görünmez mimaridirler.

Bir kez daha düşündüm o gün: Biz ebeveynler olarak, çoğu zaman çocuklarımızı yalnızca akademik başarıya odaklı birer yarış atı gibi yetiştiriyoruz. Çözdükleri test kitaplarının sayısıyla övünürken, küçücük kalplerine hangi tohumları ektiğimizi gözden kaçırıyoruz. Onları ne kadar iyi okullara gönderirsek gönderelim, eğer yüreklerine ahlak, edep ve insani değerleri ekmeden büyütüyorsak, aslında varoluşsal bir boşluk, büyük bir eksik bırakıyoruz demektir. Parlak bir üniversite diploması, ışıldayan bir kariyer... Bunlar paha biçilmez kazanımlar olabilir. Ama eğer bir çocuk, tüm bunlara sahip olup da iyi bir insan olmayı başaramazsa, insanlığına faydalı bir birey olamazsa, tüm bu başarıları gerçek anlamda kutlayabilir miyiz?

Evet, çocuklarımız geleceğimizdir, yarınlarımızın umududur ancak onlara dünyanın yalnızca kendi etraflarında döndüğü yanılgısını öğretmemeliyiz. Bunun yerine, başkalarının hayatlarına dokunabileceklerini, iyilikle, ahlakla ve empatiyle bu dünyayı çok daha güzel bir yer yapabileceklerini göstermeliyiz. Onlara sadece bilgiyi değil, bilgeliği de miras bırakmalıyız.

Bugün, bu düşüncelerle yatağıma uzanıyor, ruhumda huzurlu bir fısıltı duyuyorum. Gelecek nesiller için elimden geleni yaptığımı, en değerli tohumları ektiğimi bilmek, içimi biraz olsun rahatlatıyor. Ve biliyorum ki, bu tohumlar, bir gün mutlaka filizlenecek, dallarıyla tüm dünyayı kucaklayacak.