İletişim, insan ilişkilerinin hem en güçlü hem de en kırılgan halkasıdır. Konuşuruz, anlatırız, savunuruz; fakat çoğu zaman duymayız. Çünkü dinlemek, anlamak kadar kendi yanılabilirliğini kabul etmeyi de gerektirir.

Hazreti Ali’nin (r.a.) hayatından aktarılan bir olay, bu olgunluğun en sade ama en derin örneklerinden biridir:

Bir adam, çözümü zor bir mesele için Hazreti Ali’ye danışır. Hz. Ali fikrini söyler; ancak mecliste bulunan bir kişi itiraz eder:

“Ya Hasan’ın babası! Bu meselenin çözümü, buyurduğunuz gibi değildir.”

Kalabalık susar, herkes merakla Hz. Ali’nin tepkisini bekler. Büyük halife incinmez, öfkelenmez. Sadece şunu söyler:

“Pekâlâ, eğer daha iyi bir çözüm biliyorsan, söyle.”

Adam görüşünü açıklar; gerçekten de haklıdır. Bunun üzerine Hz. Ali, yüzünde bir tebessümle der ki:

“Ben yanılmışım; yanılmamak, ancak Allah’a mahsustur.”

Bu cümle, bir liderin değil sadece bir insanın büyüklüğünü anlatır. Çünkü hata yapmaktan değil, hatayı kabullenmekten doğar gerçek bilgelik.

Dale Carnegie’nin şu sözü, iletişimin özünü hatırlatır:

“Bir insanın yanlışlarını yüzüne vurduğunuzda, onun gururuna, saygısına ve zekâsına ağır bir darbe indirirsiniz.”

Ne kadar doğru… Birini ikna etmek için bazen haklı olmak değil, nazik olmak gerekir. Gerçek diyalog, karşıdakini yenmeye değil, anlamaya yönelir.

Belki de soru şudur: Bir tartışmada amacımız gerçekten doğruyu bulmak mı, yoksa haklı çıkmak mı? Doğruyu bilmek kadar, onu nasıl söylediğimiz de önemlidir. Nazik bir üslup, en keskin gerçeği bile anlaşılır kılar.

İletişimin gücü, kelimelerin sertliğinde değil, kalbin yumuşaklığındadır. Kendimizi geliştirmek istiyorsak, kibirden arınmalı, hatalarımızla barışmayı öğrenmeliyiz. Zira yanıldığını fark eden insan, aslında öğrenmeye başlayan insandır.