Bir zamanlar kölelik, zincirlerle, kırbaçlarla ve zorlama emekle anılırdı. Bugün ise daha sessiz, daha parlak ve çok daha düzenli bir kölelik türü var: “modern kölelik”. Ne bir efendi görüyoruz ne de ortada bir pranga… Ama görünmez ipler, büyük bir ustalıkla hayatlarımızı çekip çeviriyor.

Ve en tehlikelisi, çoğu zaman bunun farkında bile olmuyoruz. Bugünün köleliği zihinde ve cüzdanda başlıyor.

Reklamların, sosyal medya akışlarının, “trend” listelerinin ve başkalarının mutluluk vitrinlerinin ortasında sıkışıp kalmış bir ruhla yaşıyoruz. Aldıkça mutlu olacağımıza inandırıldık. “Her şeyi alma hastalığı” artık bir zaaf değil, sistemin senden beklediği bir vatandaşlık görevi. Para kazandıkça değil, harcadıkça değer gördüğümüz bir çağdayız.

Özenti, hiç bu kadar organize olmamıştı. Başkalarının hayatlarına benzeme çabası, benliğimizi ince ince kemiriyor. Onların tatile gittiği yere gitmeli, onların aldığı telefonu almalıyız. Aynı kahveyi içmeli, aynı saatte spor yapmalı, aynı şekilde gülmeliyiz. Çünkü bu çağın efendisi “trend” tir ve ona uymayan dışlanır. Yetmezmiş gibi, bu uyum çabasını da “normal” sanırız; farklı olmanın değil, kalabalığa karışmanın güven verdiğine inandırılırız ve özgünlüğümüzü adım adım sessizce kaybederiz.

Bu yetmezmiş gibi, tüketimin açtığı bu kısır döngüyü kendi ailemize, hatta çocuklarımıza taşıyoruz. Birlikte geçirilen zamanı değil, alınan hediyeleri büyütüyoruz. Çocuklarımıza çocukluk değil, “marka” bırakmaya çalışıyoruz. Onları sevgiyle değil, etiketlerle motive etmeye, başarılarını hediye paketleriyle beslemeye çalışıyoruz. Sonra da “neden doyumsuz oldular?” diye soruyoruz.

Üstelik tüm bunların faturası sadece çocuklara yansımıyor; evin huzuru da tüketim baskısının altında eziliyor.

Alınan–alınmayan eşyalar, bitmeyen istekler, karşılanamayan beklentiler, kredi taksitlerinin yarattığı stres… Derken karı koca arasındaki en küçük mesele bile büyüyor. Bir telefon modeli, bir ayakkabı, bir “komşunun aldığı”, arkadaşın gittiği tatil, bir kişinin paylaştığı gezi fotoğrafları yüzünden çıkan tartışmalar, aslında tüketim kültürünün evin içine sızdırdığı görünmez kavgalardan başka bir şey değil. Sevginin yerini “yetememe hissi” aldığında, ailedeki huzur yavaş yavaş tükeniyor.

Aslında sorun çok açık:

Sahip olduklarımızın kölesi olduk.

Bugün en büyük özgürlük, hesap ekstrelerine bakmadan yapılan bir alışveriş değil; hiçbir şeye sahip olma baskısı hissetmeden yaşayabilmektir. Ve bu, çok az insanın hâlâ hatırlayabildiği bir beceri.

“Yarın yokmuş gibi yaşamak” bir cesaret değil artık; sistemin istediği mükemmel tüketici profilidir.

Oysa yarın gerçekten var. Ve biz her gereksiz harcamayla, her özentinin peşine düşüşümüzle, her “ben de almalıyım” hissiyle o yarının özgürlüğünü yavaş yavaş ipotek ediyoruz.

Modern kölelik, bugün bize bir tek şeyi dayatıyor: başkası için yaşa.

Başkalarının beklentisi, toplumun dayattığı standartlar, arkadaşların “görsün” diye yapılan gösterişli harcamalar…

Ama bir gün durup kendimize sormamız gerekiyor:

Ben kimin hayatını yaşıyorum?

Gerçek özgürlük “almak” ta değil; almamayı seçebilmekte gizlidir.

Belki de bu hafta sonu kendimize küçük bir iyilik yapmalı ve yıllardır bize fark ettirmeden takılmış olan o görünmez zincire şöyle bir dokunmalıyız:

Gerçekten ihtiyacımız olan şey, bir eşya mı, yoksa bir nefes mi?