Nurettin TOPÇU tarafından kaleme alınan ve tam isminin ‘’Amerikan Mektupları & Düşünen Adam Aranızda’’ olduğu kitaptan alıntılar yaparak sizlere eğitim ve memleket düzleminde naçizane fikirler sunmaya çalışacağım. Kitap, merhumun Ocak 1948-Şubat 1949 tarihleri arasında yayınladığı ve İstanbul’u ülkemizin yansıması olarak gören bir Amerikalı gözüyle yazılmış mektuplardan oluşan “Amerikan Mektupları” ve 1964’te yayınladığı, uzun zaman sonra memleketine dönen bir İstanbullu’nun karşılaştıklarının anlatıldığı “Düşünen Adam Aranızda” adlı 2 bölümden oluşmaktadır. Ben de çok fazla orijinaline dokunmadan bu iki bölümü sizlerle paylaşmaya çalışacağım.                                                           

 Amerikan Mektupları

     İstanbul şehrini iki zıt uç şeklinde anlatan ve dunu bugünü arasında birbirine desteksiz şekilde süregelen olayları anlatan mektupları yazan kişi olarak tanıdığımız karakter, birkaç yıldır İstanbul’da yaşamaktadır. İlk mektubunda dünyanın en güzel şehri olduğunu söylediği İstanbul hakkındaki görüşleri, zamanla dünyanın en bedbaht şehri olduğuna evirilmiştir. Türkiye’nin aynası olan bu şehir adeta “kocaman bir yaralı vücut” tur ve bu haliyle geleceğe dair ümit vermekten çok uzaktır. Doğu’nun kudretli, kadirşinas evlatları Avrupa’nın her yaptığını körü körüne takip etmek suretiyle kendinden uzaklaşmış ancak Avrupa‘ya da yaklaşamamıştır. Temelinden uzaklaşmış fikirler ve yamalı düşüncelerle dünyaya tutunmaya çalışan ilim ehlinin torunları uçurumun kenarında durmaktalar. Türkiye’ye gelirken karşısında bulmayı beklediği; kendisinin heykellerinden dahi ürperti duyduğu Yavuz’u, Fatih’in, Yıldırım’ın torunları olan; asil ve yüce ruha sahip Doğu’nun evlatları yerine ruhları yokmuşçasına yaşayan, anlamsızlık içinde bocalayan ve Avrupa hayranı bir gençlikle karşılaşmıştır. Her ağızda sakız olmuş, ‘’Avrupa yaptı ve onlar bizden çok üstünler’’ görüşü onları içinden çıkılmaz bir tembelliğe sürüklemiştir.

         Günümüzde de çok farklı olmayan ve manasının tamamen dışında kullanılan cemiyet anlayışı, mektuplarda da anlaşılacağı üzere bir turlu kendi kimliğini oluşturamamıştır. İnsanlar topluluk şuuruna sahip olmayan bir kalabalıktan ibarettir ve kuru kalabalıklar halinde hareket edilmektedir. Bunun yanı sıra, dini emniyetin, tarihi mertliğin timsali olan bu millet, insanların haklarını gasp etmek konusunda çok dikkatsiz bir hale gelmiştir. (Ne yazık ki bu günümüzde de böyledir.) İnsanlar, pek çok hırsızlığı hırsızlık olarak görmemektedir. Ki günümüzde de başta eğitim olmak üzere bu konuda bir arpa boyu dahi yol alamadık ve bu haksızlıklar şiddetlenerek yayılım göstermektedir. Oysa herkes bir şeyler çalmaktadır: Randevuya vaktinde gelmeyen biri insanın vaktini, dilenmeyi hak olarak gören ve evlerin kapısına kadar gidip ısrarla para isteyen dilenciler insanın emeğini çalmaktadır. Haber vermeden kendisini de içeren planlar yapan ve insanı buna dahil etmeyi bir ihsan sayan dostlar insanın huzur ve hayallerini çalmaktadır. Hasılı, bunlar hırsızlığı sadece kişinin malına karşı yapılan bir eylem olarak görmekte ve bunun çok ötesinde olan hırsızlıkları görmezden gelmektedir. Biz bunu yaptık çünkü biz Allah’ın dostuyuz ve davamız için bunu yapabiliriz diyen topluluklar insanların inancını çalmaktadır.

            Mektupların sahibi ailelerin çocuklarına muameleleri, toplumdaki şuursuzluk, sokaklardaki düzensizlik, kamu dairelerindeki adaletsiz uygulamalar ve daha bunun gibi pek çok soruna değindikten sonra, bu sorunların teşhis ve çözümlerini de yine kendisi anlatıyor. İkinci bölüm de ise bir İstanbullu diliyle   ‘’Düşünen Adam Aranızda’’ başlığıyla hayal edilen ile karşılaşılan durum hakkındaki hayal kırıklığına değinmeye çalışacağım.

Düşünen Adam Aranızda                                                                                                                             

 İlk bölümde bir Amerikalının gözüyle anlatılan konular bu bölümde uzun yıllar sonra İstanbul’a, yapılan devrimler sonrası hayalindeki İstanbul tasavvuru ile mest olarak dönen ancak beklediğinden çok farklı bir manzara ile karşılaşan bir İstanbullu ile dillendiriliyor.

          Büyük ve yaşlı şehir, kendisi için canlar alınan ve çağlar başlatılan şehir. Şehrin en büyük meydanlarındaki viranelik, şehrin alışveriş merkezi olarak adlandırılabilecek çarşıların bit pazarından hallice durumu, medeniyetin göstergesi olması gereken yolların içler acısı hali; tüm bu acı duruma kayıtsız kalan bu memleketin aydınları, hukukçuları, hükümetleri, eğitimcileri (…) ve de kendi kendisine zulmeden halk, dolandırıcılıklar karşısında bu İstanbullu karakter de çözümün kendi benliğimize dönüşte olduğunu vurgular. Ancak kim olduğunu, nerede olduğunu bilen ve bunun için düşünen bizden olanlarla çözüme kavuşulacağını düşünmektedir. Günümüzden yıllar önce yazılan bu yazılar, aslında bize hiç te yabancı değiller. Günümüzde de yaşadığımız sıkıntılara parmak basıyor. Şöyle bir beyin fırtınası yaptığımızda kapımızın hemen dışında ki hayatımızın aynı o şekilde devam ettiğini görmekteyiz:

* Daha Avrupa’nın, Batı’nın seviyesine çıkmaktan bahsettiğimiz halde, Batı’nın evlatları laboratuarlarda saatlerini ilerleme adına değerlendirirken, bizler kahve köşelerinde elimizdeki telefonların, bilgisayarların ekranları başında vakit öldürmekten öte bir şey yapıyor muyuz?

* Günümüzde bir insanın ilk öğretmeni olan anne-babalar evlatlarının eline sus payı olarak bir telefon tutuşturmaktan başka ne yapmaktadır? Ve de biz bu çocukların yarının bilim adamları olmasını hangi mantık çerçevesi içinde beklemekteyiz?

* Henüz daha hem kendi özümüze uzak, hem de Batı’nın kabul etmediği bir noktada durduğumuzun farkında mıyız?

*Hala daha bir toplum bütünlüğü içerisinde yaşamanın, bir cemiyet anlayışının bizde oturmadığının bilincinde miyiz?

       Kitabın bize ders niteliğinde sunduğu bilgiler aslında ezberlemek zorunda olduğumuz birer atasözü sözlüğüdür. Eksiklerimiz artık bizim ayıbımızdır, bunu dışarıdan değil,  kendi milli ahlakımızda aramamız lazımdır. Nurettin Topçu burada bize bizim dilimizle ve bizim evimizin yaşamıyla hitap etmektedir. Bize düşün artık sırtımızdaki küfeyi yere bırakıp küfenin içindekilerini kendi bahçemizde yetiştirmektir.

                                                                                                             ERCÜMENT ZÜNGÜR