Geçtiğimiz günlerde Van’daki okullarda sessiz ama çok güçlü bir ses yükseldi.
Minik eller, sınıf panolarına astıkları duyurularla bir kermes hazırladı. Kimi, annesinin sabah erkenden sardığı sarmaları tezgâha dizdi; kimi börek getirdi, ayran doldurdu küçük bardaklara. Yumurtaları mendile sarıp getiren de oldu, bir köşeye utana sıkıla bırakan da... Her lokmada bir iyilik, her tabakta bir dua vardı. Harçlıklarını bir kavanozda biriktiren çocuklar, kilometrelerce uzaktaki Filistinli kardeşleri için kalpten kalbe bir yol açtı.
Çünkü çocuk olmak, sadece oynamak değil; bazen bir başkasının acısını anlamaya çalışmaktır.
O gün Filistin’de atılan yorgun kalpler, Van’daki sınıflarda yeniden çarptı.
Bir iyilik bağı kuruldu, sessizce ama derinden.
Çünkü o çocuklar biliyordu: Aynı gökyüzü altında, aynı acıya ağlıyordu yeryüzü.

Ama ne yazık ki her çocuğun sabahı aynı umutla başlamıyor.

Bazı çocuklar sabah olunca çantasını sırtlar, annesinin hazırladığı beslenme çantasını kapar, ayakkabısını ters giydiğini fark etmeden okul yoluna koyulur. Güneş onların saçına vurur, umutları yola serilir. Onlar için okul, sadece bilgi değil; oyun, arkadaşlık, güven demektir.
Ama bazıları…
Onlar sabahı bile göremez çoğu zaman. Çünkü güneşin doğduğu yer, onların yıkılmış evinin üstüdür. Çantaları yoktur, defterleri yanmıştır, okul dedikleri şey —bir zamanlar üzerine bomba düşmüş bir binanın hayalidir. Onlar, çocuk değilmiş gibi yaşar; ama aslında en çok onlar çocuk kalmak ister.

Savaş, en çok da çocukların geleceğini vurur.
Bir okul zili sustuğunda sadece bir ders kaçmaz; bazen bir ömür eksilir.
Eğitim hakkı, dünyanın neresinde olursa olsun her çocuk için bir güvencedir. Ama savaşlar, göçler, yoksulluk ve ayrımcılık, bu hakkı en çok da savunmasız çocukların elinden alır. Onlar adına açılan kampanyalar, yazılan raporlar, söylenen sözler var elbette… ama o çocuk hâlâ ders değil dert çalışıyorsa, biz hâlâ eksik kalıyoruz.

İstatistikler der ki, savaş bölgelerinde yaşayan çocukların büyük kısmı eğitime erişemiyor.
Ama o sayılar birer rakam değil, susturulmuş hikâyelerdir.
Okuma yazma bilmeden büyüyen Leyla'nın, anadilinde bile eğitim alamayan Ahmed’in, yaşını bilmeyen ama hayatı çoktan öğrenmiş Yusuf’un öyküsüdür onlar. Kimi zaman çadır kentlerde, kimi zaman paslı demir kapıların ardında büyürler. Okul koridorları yerine mülteci kamplarında adımlarlar. Ve biz, o sessizliği duymadan kendi çocuklarımızın okuma bayramına hazırlanırız.

Yine de umudu diri tutmalıyız.
Çünkü eğitim sadece bir hak değil, aynı zamanda barışı büyüten tohumdur.
Bir çocuğa defter vermek, ona sadece harfleri değil, hayalleri de öğretmektir. Ve her çocuk, kimliği, dili, ülkesi ne olursa olsun, öğrenme hakkına doğuştan sahiptir.

Bu yüzden sorumluluğumuz büyük.
Devlet politikalarında, yerel yönetimlerde, okul müdür odalarında, öğretmenlerin gözlerinde bu farkındalık yer etmeli. Eğitime erişimi engelleyen duvarlar, bürokrasiyle değil, vicdanla yıkılır.

Ve en çok da biz eğitimciler… Her çocuğun gözünün içine bakıp, o gözlerin gördüklerini anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bazen bir öğretmenin sesi, bir çocuğun hayatında duyduğu ilk sakin sestir.

Sınıflar dolsun, defterler açılsın, kalemler yeniden hayal kursun…
Çocuklar çocuk kalsın.
Ve biz, onların yarım kalan cümlelerini birlikte tamamlayalım.