İlk insandan bu yana bilerek veya bilmeyerek, dinamik bir yapı olan eğitimi, her vakit hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmişizdir. Bireylerin bir toplum olmasında, kültürel değerlerin aktarılmasında ve dinamikliği bir fabrika gibi sürekli işletilmesinde eğitim birinci koşuldur. Zira eğitim sayesinde hem geleneksel yapının muhafazası, tarihin, kültürün, değerlerin ve inançların korunması sağlanır bunlar yeni nesillere aktarılır, hem de aynı sürecin içinde, yeni durumlara ayak uydurulur, gelişimlere açık olunarak, problemlere çözüm üretilir, icatlar yapılır, geçmişle olan bağlar koparılır, geleneğe meydan okunur. Her ne kadar görünüşte tezat gibi dursa da, düzemler iyi ayarlandığında paradoks değil, tam da eğitimden istenen ortaya çıkar. Eğitime, var olanı koruma vasfını yüklemenin ne kadar yanlış olduğunu söylüyorsak aynı şekilde koruma vasfından yoksun olduğunu düşünmekte te bizi yanıltacaktır. Burada bütün mesele zamana bağlı olarak ne kadar geleneksel, ne kadar değişimci, ne kadar yerli, ne kadar evrensel olunacağının hesabıdır. 
     Ülkemizdeki eğitimin ne kadar milli olduğu düşüncesi birkaç yüzyıldır hep gündemde yerini korumuştur ve özellikle Cumhuriyetten bu yana ne kadar milli bir eğitime sahip olduğumuz ise tamamen bir muammadır. İsmet Özel’in bu konudaki görüşleri bizim için önemlidir ve olanı özetlemektedir: “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan dönemde aydınları verimsizliğe, derme-çatmalığa mahkûm eden gerçek etken eğitim ve kültür kurumlarındaki istikrarsızlıktır. Kültür hayatı teşebbüslerle doludur. Ne var ki doğruyu korumak bir yana tek yanlışta bile ısrar edilmemiştir. Kültür hayatının ve düşünce üreten kişileri yetiştirmenin tek güvencesi süreklilik sahibi kurumlardır, değişme kurumlar bünyesinde gerçekleşir. Ama her beş ya da on yılda yeni tohumların atılmaya kalkışıldığı çalkantılı bir yapıda düşünce dünyasının mesele koyucu ve tanıdığı meselelere yeni yaklaşımlarla bakmayı bilen bir aydın türünü doğurması beklenemez. Önce yapılanı bozan, sonra bozuk olanı da bozan bir sistemle ilerleyen eğitim kurumlarının temel bilgileri almadığından ötürü resmî aydın tipi önünde boynu hep kıldan ince kalan bir okumuşlar yığını ortaya çıkarmaktadır. Gerçek ve sahte değerleri ayıracak bir ölçüden yoksun, ‘asrî’ bir toplumsal kesim oluşturmakla görevlerini yeterince yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Bu durum bir meseleyi sarihçe ortaya koymaktadır. Türk eğitiminin gelenek vasfı yoktur. Eğitim, tarihilik vasfından yoksundur. Değişmenin prensibinde ‘devam’ fikrinin olduğu anlaşılamamıştır.”
     Her toplum yeşerdiği kültürden ve sahip olduğu milli manevi bileşenlerle biriciktir. Milli olmak, bu biricikliği kökeninden koparmayarak yeşermesine ve gelişmesine katkı sağlamaktır ve burada en önemli aracımız kesinlikle eğitimdir. Bu sadece sahip olunan topraklar için geçerli değil, ayni ekseriyette işkâl edilen ya da sömürülen ülkelere daha fazla etki edip kalıcılığı artırmak için de eğitim oluşumlarına büyük önem verilmektedir. Ne kadar gayri insani bir durum olsa da bu gerçeklik te somut örnekleri ile karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda ulus devletlerin oluşmaya başlamasıyla eğitim hayati daha da önemli hale gelmiştir. Artık devletler meşruiyet kazanmak, birlik, bütünlüğü sağlayabilmek için neredeyse yegâne araç/silah olarak eğitimi görmüşlerdir. Dolayısıyla eğitimin mutlak biçimde millî olması gerekmektedir. Bu vasfa sahip olmayan bir eğitim sisteminin faydadan çok zarara sebebiyet vermesi kaçınılmaz bir gerçektir.
       Burada bahsedilen millilik, faşizm milliyetçiliği değildir. Her milletin biricik olduğu gerçeği bu konuda en önemli dayanağımızdır. Ülkemiz yıllardır milli bir eğitim kümesine vakıf olamamıştır ve sürekli bir arayış içerisindedir, ki bu arayış tamamen kör dövüşü haline gelmiştir. Sürekli bir değişim ve gelişim arayışında olan eğitimimiz, gayet biçimsiz ve yamalı bir şekil almıştır. Hiçbir eğitim sistemimiz beş yıl yaşamamıştır ve kişilerle sınırlı kalmıştır. Bu belirsizliklerle yetişen yeni nesil ise eğitim karmaşıklığı ile mücadele etmektedir. Ve daha ironi olan ise sistemli bir eğitim teslim edemediğimiz gençlerin, bozuk bir gençliğe sahip olmalarından yakınmaktayız.
        Bilim yuvalarının en üst basamağı olarak gördüğümüz üniversitelerin, milli olan bir eğitime ne kadar katkı yaptıkları da meçhuldür. Üniversite öğrencisi, okuma, araştırmaya en çok mecbur olan kesimdir. Buna karşın üniversite öğrencilerinin okuma alışkanlılarının son derece düşük olduğu söylenebilir. Eğitim fakültesi son sınıfına geldiği halde, bu güne kadar doğru dürüst bir kitabı okumadığını, fotokopi ile yetindiğini, bu fotokopileri ‘işi bitince!?’ elden çıkardığını, alanı ile ilgili kütüphane oluşturma gibi bir gayretinin/kaygısının olmadığını söyleyen hatta bunu iftiharla dile getiren öğretmen adayları vardır. Bu tablonun oluşmasında öğretim elemanlarından, yayımlanan kitaptan, lise eğitiminden sınav sistemlerine varıncaya kadar birçok sorumlu vardır. 
          Nurettin Topçu, eğitim ve millîlik ilişkisine büyük önem veren bir aydındır. Türkiye’nin Maarif Davası büyük ölçüde bu ilişki üzerine kurulmuştur. Ona göre, “millet maarifi demektir,” millî mektep, devletin mektebidir. Mazisiz mektep olmaz, mazisiz, geleneksiz mektep denemeleri, ortaya mektep yerine bir okuma yeri, konferans salonu veyahut da bazen bir oyun ortaya çıkarmıştır. “Milliyeti teşkil eden kültür unsurları ile milletin millî kültür istikametinde bir öğretimden geçirilmesi gerekir. Şu halde, eğitimde millîliğin sınırları belirlenirken, üzerinde durulması gereken temel konunun, kültürün temel payandaları olan, dil, edebiyat, tarih ve din olduğu görülmektedir. Eğitimden müspet neticeler elde etmek isteniyorsa, tarihi mirasa önem vermek gerekmektedir. Bu da ancak sağlam bir dil ve kültür eğitimi ile gerçekleşebilir.
         Burada sayfalarca zıtlıkları, yanlışlıkları ve azda olsa doğruları yazabiliriz ama konuyu toparlayacak olursak son sözlerimiz şöyle olabilir: Yaklaşık 100 yıl ara ile yapılan bu uyarılar nerede ise aynı kapıya çıkmaktadır. Ancak gelinen noktada evrensel olmak ile yerel olmanın sınırları karışmıştır, böylece aslında merkez kaybedilmiştir. Merkezi kaybolan, başkalarının koordinatlarıyla hareket eden bir bilim ve eğitim zihniyetiyle de güvenli limana varmak zor olacaktır. Van’da doğup büyüyen çocuğun, bir İngiliz gibi düşünmesi, hareket etmesi ancak dar bir ayakkabı ile yürümeye çalışmasıdır. Ya ayakkabı yırtılacak ya yürüyemeyecek ya da ayağı şekilsel bozukluğa maruz kalacaktır. Ülken’in evrensel olmak ve yerel olmak arasında savrularak ‘şirazeyi dağıtan’ bazı Türk aydınlarına yönelik ironik tenkidiyle bitirelim: “Sınırları aşmak! Bu da ne demek? Diye Şeytan çenesini avucuna alarak düşündü. Buna siz ‘beynelmilel’ olmak diyorsunuz, evet, işitiyorum. Aranızda pek moda bir kelime. Beynelmilel sporcu, beynelmilel gazeteci, beynelmilel şair, beynelmilel âlim, beynelmilel romancı. Ölçünüz çok keskin. Bir adam kendini başka milletlere kabul ettirdi mi önünde eğiliyorsunuz. Falan kongrede elinde bir kâğıtla gelirse çehreniz değişiyor; yerden selamlar, iltifatlar… Fakat aranızda kaldı mı onun değeri yok, değil mi? Bu ne bîçarelik ne düşkünlük! Kendinize itimadınız yok. Sizden çıkanın mutlaka sakat olacağından şüpheleniyorsunuz. Hele gitsin de kendini büyük meclislere kabul ettirsin. Sorbonne’da ücretle en ufak bir iş görsün, yeter ki oradan olsun: sonra döndü mü istediğini söyleyebilir.”
                                                                                                              Ercüment ZÜNGÜR