Ömer Muhtar yazdı: Mecburiyet mi, Stratejik Geri Çekilme mi?

Ortadoğu bir kez daha tarihinin ağır yükünü hissettiriyor. Hamas’ın silah bırakma kararı, bir yandan “barış için umut” olarak sunulsa da, perde arkasında yaşananlar gerçek bir felaketin sürdüğünü gösteriyor. Gazze ve Kudüs’te yaşananlar, artık sadece birkaç kentin veya birkaç bölgenin değil, bütün Filistin’in meselesi hâline gelmiş durumda. Her gün yeni bir sivil kayıp, her gün yeni bir yıkım haberi, dünya kamuoyunun gözlerinin önünde gerçekleşiyor.

Bu süreçte Terör Devleti İsrail’in politikaları, uluslararası hukukun sınırlarını zorlayan bir sertlikle devam ediyor. Ateşkes ilan edilse bile, uygulamada sivil yaşamı hiçe sayan adımlar, blokajlar ve ekonomik ambargolar hâlâ sürüyor. Bu durum, Hamas’ın silah bırakma kararını bir seçimden çok, bir zorunluluk hâline getiriyor. Açlık, temel gıda eksiklikleri ve yaşam koşullarındaki ağırlaşma, Filistin halkını adeta geri çekilmeye zorlayan görünmez bir baskı unsuru olarak devreye giriyor.

Türkiye’nin diplomatik rolü de tartışmaya açık. Bir yandan barış için arabuluculuk çabaları yürütülüyor, diğer yandan bölgedeki politik hesaplar ve güçlü devletlerle ilişkiler, etkin bir çözümü sürekli erteleyecek şekilde işliyor. Türkiye’nin rolü, sadece insani yardımla sınırlı kalmıyor; diplomatik baskılar, uluslararası toplantılar ve kamuoyuna yansıtılan hamleler, bir çözümden çok siyasi dengeleri koruma refleksi olarak görünüyor.

Asıl sorun, artık meseleyi sadece Gazze veya Kudüs sınırları içinde görmekten kaynaklanıyor. Filistin’in tamamı, İsrail’in politikaları ve uluslararası toplumun çifte standartları karşısında savunmasız bir hâle gelmiş durumda. Bu yazıda, ateşkes sonrası süreç, tarafların politikaları ve Filistin meselesinin bütüncül boyutları ele alınacak. Sert bir dille sorgulayacağız: Bu adımlar gerçekten barış için mi, yoksa sadece güç dengelerini korumak için mi atılıyor? Ve Türkiye’nin rolü, bölgede adaletin sağlanmasına hizmet ediyor mu, yoksa sadece diplomatik bir tiyatro mu?

İsrail’in uyguladığı politikalar, uzun yıllardır uluslararası toplumun eleştirilerini topluyor. Ateşkes ilan edilmiş olsa da, fiili durum, sivil yaşamın sürekli ihlal edildiğini gözler önüne seriyor. Blokajlar, ekonomik ambargolar, temel hizmetlere erişimde kısıtlamalar ve yerleşim politikaları, sadece Filistinlilerin günlük yaşamını zorlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgedeki istikrarı da sürekli tehdit ediyor. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, bu uygulamalar ciddi soru işaretleri yaratıyor: sivillerin korunması, savaş hukukunun sınırları ve insan haklarının güvence altına alınması gibi temel ilkeler defalarca ihlal edilmiş görünüyor.

Açlık ve temel gıda eksikliği, İsrail’in uyguladığı ambargoların en doğrudan sonuçlarından biri. Şehirlerde gıda ve ilaç temini, sürekli kesintiye uğruyor; halk, yaşamını sürdürebilmek için giderek daha fazla sıkıntı yaşıyor. Hamas’ın silah bırakma kararı, bu baskıların doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Devlet politikaları, diplomatik söylemler ve askeri üstünlük, silahlı grupların stratejik geri çekilmesini zorunlu kılmış durumda. İsrail’in politikaları, uzun vadeli bir barış vizyonundan çok, mevcut durumu kendi lehine stabilize etme çabası olarak okunuyor.

Eleştirilerin merkezinde yalnızca askeri ve ekonomik önlemler yok. Kamuoyuna yansıyan açıklamalar, diplomatik hamleler ve medya stratejileri de sert bir politik dil kullanılarak, dünya kamuoyunun gözünü başka yöne çevirmeye hizmet ediyor. Bu yaklaşım, çatışmanın esas sorumlularını maskeleyerek, sivillerin yaşadığı trajediyi görünmez kılıyor. İnsan hakları örgütlerinin raporları ve bağımsız gözlemcilerin verileri, bu trajediyi çarpıcı biçimde belgelemeye devam ediyor.

Uluslararası toplumun çifte standartları, barışın önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkıyor ve çatışmanın çözümünü daha da zorlaştırıyor.

Hamas’ın silah bırakma kararı, çoğu gözlemci tarafından bir barış hamlesi gibi sunulsa da, gerçek çok daha karmaşık. Bu karar, sahada yaşanan yoğun baskıların, ekonomik blokajların ve diplomatik izolasyonun doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Açlık ve temel ihtiyaçların karşılanamaması, Filistin halkını adeta geri çekilmeye zorlayan görünmez bir güç. Burada söz konusu olan, özgür iradeyle alınmış bir karar değil; hayatta kalma ve halkın yaşamını sürdürebilmesi için zorunlu bir taviz.

Hamas, bu süreci stratejik bir manevra olarak da görebilir. Silah bırakma, uluslararası toplumun dikkatini çekmek, diplomatik ilişkileri güçlendirmek ve sivil halk üzerindeki yıkıcı etkileri azaltmak için kullanılıyor. Ancak kararın ardındaki güç dinamiklerini görmezden gelmek mümkün değil. İsrail’in baskısı, uluslararası aktörlerin sessizliği ve bölgesel güç oyunları, Hamas’ı tercihlerinde köşeye sıkıştırıyor.

Türkiye’nin rolü de burada kritik. Arabuluculuk çabaları, çoğu zaman sembolik kalıyor ve sahadaki gerçek durumu değiştirmekten uzak. Hamas’ın geri çekilmesi, açlık ve ekonomik baskılarla birleştiğinde, diplomatik hamlelerin sınırlılığını gözler önüne seriyor. Barış için atılmış bir adım gibi sunulsa da, esasen güçsüzlerin ve çaresiz kalanların aldığı bir taviz olarak okunmalıdır.

Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü, sık sık övgü ve eleştirilerin odak noktası oldu. Gazze ve Kudüs meselelerinde aktif bir diplomasi yürütme iddiası, Türkiye’yi bölgesel bir aktör olarak ön plana çıkarıyor. Ancak sert gerçek, Türkiye’nin adımlarının çoğu zaman etkisiz veya sembolik kalması. Diplomatik hamleler, bölgedeki çetin güç dengeleri karşısında sınırlı bir etki yaratıyor ve Filistin halkının açlık ve yaşam koşulları üzerindeki yıkıcı etkileri değiştiremiyor.

Hamas ile İsrail arasında arabuluculuk rolü üstlenen Türkiye, hem kendi stratejik çıkarlarını hem de bölgedeki nüfuzunu korumaya çalışıyor. Ancak bu çaba, Filistin halkının somut sorunlarını çözmekte yetersiz kalıyor. Uluslararası platformlarda yapılan konuşmalar ve destek mesajları, sahadaki trajediyi değiştirmiyor. Türkiye’nin diplomasisi, çoğu zaman adalet yerine politik çıkarları gözeten bir dengeyi temsil ediyor.

Filistin meselesi artık sadece Gazze veya Kudüs’le sınırlı bir sorun değil; tüm Filistin coğrafyasını kapsayan, bölgesel ve küresel aktörlerin doğrudan müdahil olduğu bir kriz hâline gelmiş durumda. İsrail’in politikaları, uluslararası toplumun çifte standartları ve Hamas’ın stratejik geri çekilmeleri, Filistin halkının üzerinde sürekli bir baskı yaratıyor. Açlık ve temel yaşam

koşullarındaki kriz, bu baskının en görünür ve acı verici boyutu. Siyasi hamleler ve diplomatik oyunlar, gerçek sorumlulukları ve insanî acıları görünmez kılıyor.

Ortadoğu’da yaşanan süreç, barışın ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor. Ateşkesler ve geçici anlaşmalar, uzun vadeli çözüm için bir zemin oluşturmaktan çok, mevcut durumu geçici olarak idame ettiriyor. Türkiye’nin diplomatik çabaları, sembolik bir destek sağlasa da, sahadaki gerçekliği değiştirecek güçten yoksun kalıyor.

Filistin halkı için gerçek çözüm, sadece ateşkes veya diplomatik hamlelerle sağlanamaz. Bölgede adaletin tesis edilmesi, uluslararası hukuk normlarının uygulanması ve temel insan haklarının korunması gerekiyor. Hamas’ın silah bırakması ve çekilmesi, açlık ve ekonomik baskılarla birleştiğinde, çözümün geçici ve mecburi bir adım olarak kalmasını ortaya koyuyor.

Sonuç olarak, Filistin meselesi, siyasi hesaplar ve güç dengeleri gölgesinde ezilen halkların trajedisi olarak karşımızda duruyor. Barış adı altında sunulan her adım, çoğu zaman güç dengesini korumak ve politik çıkarları sürdürmek amacı taşıyor. Ortadoğu’da gerçek barış, artık sadece bölgesel bir mesele değil; tüm dünyanın sorumluluğu hâline gelmiş durumda.