Bundan sadece birkaç ay önce, Suriye’de hızla gelişen çatışmalar, HTŞ’nin beklenmedik bir şekilde Baas rejimini devirmesiyle sonuçlandı. Bu gelişmeyle birlikte, İsrail’in sınır komşularından onu doğrudan tehdit edebilecek hiçbir siyasi yapı kalmadı. Kısa vadede bakıldığında bu durum hem Tel Aviv için hem de Washington’un Ortadoğu planları açısından bir başarı gibi görünüyor. Ancak tarihin dengeyi önce bir yana, sonra diğer yana sallayan o meşhur sarkacı durmaksızın çalışmaya devam eder. O yüzden bu sayfa henüz tamamen kapanmış değil.
Baas ideolojisi, ortaya çıktığı dönemde emperyalizme, monarşilere ve köktenci dini rejimlere karşı seküler bir duruş sergileyen, bölgenin sosyal yapısına uyum sağlamış ilerici bir burjuva hareketiydi. Ancak her burjuva ideolojisi gibi kendi içinde bir bozulma potansiyeli taşıyordu. Nitekim hem Irak’ta hem de Suriye’de, kendi içindeki sol unsurları bastırarak ve rejim içi çıkar ilişkilerini kutsayarak yozlaştı. Komünistler yıllarca baskı altında yaşarken, Sovyetler dahi bu baskılar karşısında suskun kaldı. Fakat her şeye rağmen, Baasçılık dönemin koşullarında radikal ve ilerici bir Arap ideolojisi olarak bir dönemi şekillendirdi.
Suriye, bu ideolojik hattın son durağıydı. Aslında her şey daha önce Irak’ta başlamıştı. Bugün artık açık kaynaklara düşen belgeler gösteriyor ki, Irak’ın 1990’daki Kuveyt işgali emperyalist merkezler tarafından adeta teşvik edilmişti. “Gir, biz ses çıkarmayacağız” mesajı verilmiş, ardından ise Irak’a karşı topyekûn bir çökertme süreci başlatılmıştı. Türkiye de bu süreçte, zarar göreceğini bilse dahi, emperyalist planların bir parçası olmayı seçmişti. Sonuç olarak Irak, yıllarca süren ambargo, savaş ve iç çatışmalarla tamamen dağıldı. Kültürü, kurumları, toplumsal hafızası ve doğal kaynakları talan edildi. Bugün Irak’ta halklar hâlâ var ama bir bütün olarak bir devletten söz etmek güç. Şii gruplar İran’a yakın, Sünni kesimler radikal örgütlerin kucağında, Kürtler ise uzun süredir Batılı güçlerle paralel hareket ediyor. Herkes var ama Irak yok.
Libya da benzer bir kaderi paylaşıyor. Ülke; kabileler, dış müdahaleler ve vekil savaşları arasında parçalanmış durumda. Amerika’dan Fransa’ya, İtalya’dan Rusya’ya, Türkiye’den Körfez ülkelerine kadar herkesin bir ayağı orada ama bir devleti yöneten merkezi bir yapıdan bahsetmek mümkün değil. Obama ve Clinton yönetimlerinin gözleri önünde yaşanan yıkımın faturası şimdi herkesin birbirine kestiği bir kaosa dönüştü.
Mısır, Nasır döneminde yakaladığı ilerici ivmeden tamamen kopmuş durumda. Radikal İslamcı grupların etkili olduğu, otoriter yapılarla donanmış bir çıkmaz sokağa sürüklenmiş vaziyette. Tunus, Burgiba’nın seküler ve ilerici mirasından uzaklaştı. Yemen’deki istikrarsızlık, Suudi müdahaleleriyle sürekli derinleşiyor. Ve Filistin… Gazze neredeyse haritadan silindi; Batı Şeria’da ise süreç benzer şekilde ilerliyor. Bugünkü gidişat, Filistinlilerin kitlesel olarak yerlerinden edilmesi ve zorunlu sürgünlerle sonuçlanabilir.
HTŞ’nin başındaki isim olarak tanınan kişi, uzun süre “Muhammed el-Culani” takma adıyla biliniyordu. Ancak gerçekte adı Ahmed el-Şara. Suudi Arabistan’a kaçmış bir ailenin ferdi olarak Suriye dışına çıkmış, orada radikal ideolojilerle tanışmış, ardından El Kaide saflarına katılmış bir figür. Bu geçmişiyle, Amerikan destekli cihatçı grupların nasıl şekillendiğinin somut örneklerinden biri.
Bu noktada tarihsel bir parantez açmak gerekir: 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki askeri varlığına karşı verilen mücadele, ABD destekli bir cihatçı dalganın başlangıcıydı. CIA, Pakistan istihbaratı ve Körfez ülkeleri tarafından desteklenen bu militan yapılar, zamanla kontrol edilemez bir radikalizme dönüştü. Ancak bu ilişkiler hiçbir zaman kopmadı. 11 Eylül saldırılarına rağmen ABD, Ortadoğu’da çıkarları doğrultusunda radikal gruplarla temasını sürdürdü.
Bugün HTŞ, Batı’nın ve Türkiye’nin resmî olarak “terör örgütü” olarak nitelediği bir yapı. Ancak sahada yaşananlar bunun çok ötesinde. Özellikle son bir yılda HTŞ’nin Amerikan istihbaratıyla kurduğu temaslar, İsrail’le örtülü ilişkileri ve artan silahlanması dikkat çekiyor. Rusya, Ukrayna savaşıyla yıpranırken; Hizbullah İsrail’in baskısı altında, İran ise ekonomik ve diplomatik açıdan sıkıştırılmış durumda. Suriye ordusu yorgun ve bürokratik olarak felç olmuş bir halde. Tüm bu koşullar, HTŞ’ye alan açtı. AK Parti'ye yakın medya kuruluşları bunu hâlâ “devrim” olarak yorumluyor; ancak ortada emperyal bir planın sahadaki uzantısı var.
Ahmed el-Şara’nın, El Kaide geçmişini unutturmak için bir halkla ilişkiler kampanyası yürütülüyor adeta. Batılı medya organları onu “ılımlı lider” olarak yansıtıyor, Türkiye’deki iktidar yanlısı basın ise geçmişini görmezden geliyor. Hatta el-Şara’nın kitap fuarına katıldığı haberleri servis edildi; modern, entelektüel bir imaj çizilmeye çalışılıyor. İsrail medyası bile bu görüntüleri dolaşıma sokarak, “Yeni bir yüz” inşa etme çabasında.
İsrail şu anda tarihindeki belki de en güvenli, en rahat dönemini yaşıyor. Çevresindeki tüm radikal ya da bağımsız duruş sergileyebilecek Arap rejimleri ya devrildi, ya da parçalanmış yapılar hâline getirildi. Irak, Suriye ve Libya’nın ardından, bölgede İsrail’in karşısında durabilecek hiçbir siyasi yapı kalmadı. Mısır ise içe kapanmış, etkisiz bir pozisyonda. Lübnan zaten ekonomik ve siyasal kriz içinde, Hizbullah ise sürekli olarak İsrail’in hedefinde. Bu denklemde İsrail, sınır güvenliğini tahkim etmekle kalmıyor, bölgesel nüfuzunu da genişletiyor.
Türkiye’nin bu süreçte oynadığı rol oldukça dikkat çekici. Her ne kadar zaman zaman sert söylemlerle İsrail karşıtlığına oynansa da, Ankara’nın uzun vadeli politikaları hep İsrail’in önünü açacak şekilde şekillendi. Özellikle radikal Arap rejimlerinin zayıflatılmasında ya doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye etkili oldu. Bu da bölgedeki İsrail lehine olan güç dengelerini daha da pekiştirdi.
Bugün artık “Emevi Camii’nde namaz kılma” söylemi İsrail’in hava sahasında namaz kılmak anlamına geliyor. Zira İsrail, Golan Tepeleri’nde askeri varlığını güçlendirdi,
Hermon Dağı’nda yeni üsler kurdu ve Şam’ın neredeyse dibine kadar ilerledi. Suriye hava sahasında düzenli olarak bombardımanlar yaparak, kalan rejim unsurlarını da yok ediyor. Görünen o ki, bu adımlar sadece taktik değil; stratejik olarak Suriye’nin daha büyük bir parçası üzerinde kontrol sağlama niyetinin ürünü.
Bu tabloyu daha da karmaşık hale getiren şey ise, Türkiye’nin kuzey Suriye’de PYD ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yaşadığı gerilim. Amerika ve İsrail, Türkiye’ye bu yapılara müdahale etmemesi konusunda açık uyarılar gönderiyor. Bu durum da sınır hattında fiili olarak bir Kürt devleti oluşumunu güçlendiriyor. Üstelik bu yapı sadece ABD’nin değil, İsrail’in de doğrudan koruması altında gelişiyor.
Türkiye, bir yandan bu oluşuma karşı söylem geliştirirken, diğer yandan sahada bu yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlayan dış politikalara imza atıyor. Bu da Türkiye’yi, emperyalizmin bölgede çizdiği yeni haritaya farkında olarak ya da olmayarak ortak eden bir pozisyona sürüklüyor.
Artık Suriye, haritada yalnızca bir şekil; fiiliyatta ise bir devlet olmaktan çok uzak. Libya ve Irak’ta olduğu gibi, Suriye de parçalanmış, işlevsiz, çatışmalı bir coğrafya hâline geldi. Etnik, mezhepsel ve dinsel fay hatları daha da derinleşti. Baas rejiminin devrilmesiyle beklenen demokratik dönüşüm değil, aksine kaotik bir çoklu yönetim düzeni ortaya çıktı. Her bir bölge, farklı güçlerin hâkimiyetinde: İdlib HTŞ’nin, doğusu SDG’nin, güneyi Rusya ve İran destekli rejimin, kuzeyi ise Türkiye’nin etkisi altında.
Bu tablo, sadece istikrarsızlık değil; aynı zamanda yeni radikal yapıların doğmasına da zemin hazırlıyor. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi, Suriye de artık küresel cihatçılık için bir üs haline gelmiş durumda. Dünyanın dört bir yanından gelen militanlar bu topraklarda toplanıyor, eğitiliyor ve yeni çatışmaların potansiyel aktörleri hâline geliyorlar. IŞİD’in tohumları burada atılmıştı, şimdi benzer yapılar farklı isimlerle yeniden filizleniyor.
HTŞ lideri olarak öne çıkan Ahmet El Şara, nam-ı diğer Culani, artık kendini “ılımlı” göstermeye çalışıyor. Medyada kitap fuarlarına katılırken görüntüleniyor ve “Kimseye saldırmayacağız” diyor. Ancak bu açıklamalar, aslında daha derin bir jeopolitik dönüşümün işaretleri. Düşman tanımını açıkça değiştiriyor: “Hedefimiz İran ve Hizbullah,” diyor. Bu da dolaylı yoldan İsrail’e güvence veriyor. Böylece, Arap-İsrail çatışmaları tarihinde ilk defa, İsrail yanlısı bir Arap silahlı yapının resmileşme sürecine tanıklık ediyoruz.
Bu durum hem trajik hem öğretici. Zira bir zamanlar anti-emperyalist söylemlerle yola çıkan bir coğrafyada, artık emperyalizmin ve İsrail’in taşeronları meşrulaştırılmakta. 20. yüzyılın ortasında Baas ideolojisiyle başlayan “özgürlük, birlik, sosyalizm” çağrısı; 21. yüzyılın ortasında yerini “statüko, işgal ve bölünme” gerçeğine bırakmış durumda.
Baasçılık, 20. yüzyılın başlarında Arap coğrafyasının emperyalizme, monarşilere ve dinsel vesayet düzenine karşı geliştirdiği modernist bir yanıttı. Kurucuları Hristiyan Arap Mişel Eflak ve Sünni Arap Selahaddin El Bitar, Sorbonne’da filizlenen fikirlerini Arap halklarının özgürleşmesi ve birleşmesi için dönüştürdüler. Onlara göre Arap dünyası ya Batı’nın sömürgeci planları altında ezilecek ya da kendi kaderini tayin etme hakkını sosyalizmle birleştirerek yeni bir yön çizecekti.
“Biz özgürlüğü, sosyalizmi ve birliği temsil ediyoruz” diyen Eflak’ın sözü bugün yankısını yitirmiş durumda. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da o ideallerin yerinde şimdi harabeye dönmüş kentler, parçalanmış halklar ve bölgesel vekâlet savaşlarının girdabına sürüklenen topluluklar var. Bir zamanlar ilerici burjuva akımı olarak tanımlanan Baasçılık, kendi içinde taşıdığı çelişkilerle ve dış müdahalelerin de etkisiyle zamanla yozlaştı. İçeriden sol akımları bastırdı, dışarıdan emperyalist kuşatmalara direnemedi.
Bu durum bize sadece Baasçılığın sınırlarını değil, aynı zamanda sosyalizmin bölgedeki ideolojik zayıflığı durumunda burjuva ilericiliğinin de ne kadar kısa ömürlü olabileceğini gösteriyor. Arap Baharı diye adlandırılan süreç aslında bir “Arap Kışı”na dönüştü. Çünkü örgütsüz halk hareketleriyle, ideolojik netlikten yoksun başkaldırılarla ve emperyalist planlara angaje aktörlerle gerçek bir dönüşüm sağlanamazdı.
Bugün baktığımızda, sosyalizmin geri çekildiği, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte küresel solun moral kaybı yaşadığı bu dönemde, Baasçı ideolojiler de hızla çözüldü. Sadece askeri olarak değil, fikri olarak da sahneden silindiler.
Bugünün dünyasında, emperyalizmin değişmeyen temel refleksleri daha da çıplak hale geldi. Eskiden diplomasiyle, medya manipülasyonlarıyla üstü örtülen müdahaleler artık doğrudan ve alenî biçimde sahneye konuyor. Bu açıdan bakıldığında içinde bulunduğumuz dönem, adeta 21. yüzyılın ikinci bir Sykes-Picot evresidir. Ancak bu kez haritalar gizli antlaşmalarla değil, savaşlarla, iç çatışmalarla ve vekâlet savaşlarıyla yeniden çiziliyor.
Suriye’nin kuzeyinde ABD ve İsrail güdümünde şekillenen özerk yapılar, Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit ederken aynı zamanda emperyalizmin bölgesel planlarını da netleştiriyor. Türkiye, kendi içindeki güvenlik kaygılarını gerekçe göstererek bu yapılarla zaman zaman çatışıyor, ancak aynı anda emperyalist blokla ekonomik ve stratejik ittifaklardan da geri durmuyor. Bu çelişkili pozisyon, Türkiye’yi hem bölge ülkeleri nezdinde güvenilmez hale getiriyor, hem de uzun vadede kendi ulusal çıkarlarını aşındırıyor.
Tüm bu tabloya baktığımızda şu birkaç çıkarımı net biçimde yapabiliriz:
1. Lenin’in emperyalizm tespiti hâlâ geçerlidir. Emperyalizm, sadece askeri müdahalelerle değil, finansal kuşatmalar, medya operasyonları ve vekil yapılarla da işliyor. Libya, Irak, Suriye… Her biri bu sürecin laboratuvarları oldu.
2. Sovyetlerin dağılması yalnızca bir kutbun kaybı değil, tüm mazlum halklar için koruyucu bir şemsiyenin yitirilmesiydi. Bugün o boşluk, daha radikal gerici akımlar ya da emperyalizmin kontrolündeki projelerle dolduruluyor.
3. İsrail artık sadece bölgesel bir devlet değil, emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu olarak konumunu daha da sağlamlaştırmış durumda. Onun güvenliği adına bölgedeki her potansiyel tehdit ya bastırılıyor ya da içeriden çökertiliyor.
4. Baasçılık ve Nasırcılık gibi ilerici Arap ideolojileri sahneden çekildikçe, yerlerini mezhepçi, etnik ya da dinci siyasetler alıyor. Bu da bölge halklarını sürekli birbirine düşüren, kalıcı barışın önünü tıkayan bir denklem yaratıyor.
5. Ortadoğu halkları, eğer ortak bir sofrayı paylaşamazlarsa, başka sofralarda garnitür olmaya mahkûm kalacaklardır. Bu sadece Suriye’nin ya da Irak’ın meselesi değildir; Türkiye dahil tüm bölge halklarını doğrudan ilgilendiren bir kader çizgisidir.
6. Türkiye’nin emperyalist projelere angaje olması, hem içerideki toplumsal bütünlüğe zarar veriyor, hem de dış politikada onu yalnızlaştırıyor. Bugün bölgede güven inşa etmek isteyen bir Türkiye yerine, daha çok güvensizlik yaratan bir Türkiye görüntüsü var.
Son tahlilde, yaşadığımız süreçte kazananın emperyalizm, kaybedenin ise halklar olduğu acı bir gerçektir. Bugün Orta Doğu, halkların iradesinden çok dış güçlerin planlarıyla şekilleniyor. İsrail’in güvenliğini esas alan her müdahale, bölge halklarına daha fazla yıkım, daha fazla sürgün, daha fazla sefalet getiriyor.
Ama tarih hiçbir zaman düz bir çizgi değildir. Bugün karanlık olabilir, ancak karanlık aynı zamanda yeni bir aydınlığın habercisidir. Geçmişte nasıl ki umutsuzlukların içinden büyük direnişler doğduysa, bugün de halkların ayağa kalkma potansiyeli hâlâ diri. Önemli olan bu potansiyeli doğru yönlendirecek iradenin ve aklın ortaya çıkmasıdır.
İnsanı evrendeki en muhteşem varlık yapan şey, yere düştüğünde kalkabilmesi, dağıldığında toparlanabilmesi, susturulduğunda tekrar konuşabilmesidir. Tarihin ritmi bugün emperyalizmin lehine dönüyor olabilir; ama bu sarkaç bir gün yeniden halklardan yana salınacaktır. Yeter ki yılmayalım, umutsuzluğa kapılmayalım ve gerçeği aramaktan vazgeçmeyelim.
Çünkü bu toprakların hikâyesi henüz bitmedi. Belki bir parantez açıldı sadece. Ve bu parantezi kapatacak olan yine halkların kendisi olacak.