Bu yazım, önceki yazımın devamı ve hatta onu kapsayıcı bir yazı niteliğinde olacaktır. Çünkü her şey görünenin ötesinde farklı planlar hesaplar dahilinde ilerliyor. Birileri yazdıklarımı çok beğenmeyecek ve tarafımı yaftalamaya başlayacaklar ama ben doğruları yazmaya devam edeceğim ve yazdıklarımı delilleri ile sunacağım…
15 Aralık 2024 tarihli bazı analizler, bugün artık neredeyse tamamen doğrulanmış tarihsel belgelere dönüştü. O günlerde söylenen bazı sözler vardı ki, üzerinden geçen zaman, bu sözlerin yalnızca öngörü değil, bizzat sahadaki gerçeğin tarifi olduğunu gösterdi. O sözlerden biri, hiç kuşkusuz, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’a aitti:
“Suriye’de Amerika ve İsrail’e sadık bir Arap hain rejimine ve Arap imzasına ihtiyaç var.”
Bugün Suriye’ye bakınca, bu sözün bir kehanet değil, bizzat kurulan düzenin özeti olduğunu görmemek için ya çok saf ya da bu düzenden nemalanan biri olmak gerekir. Çünkü bölgede artık her şey tersine çevrilmiş durumda. Direnişin sembolü olan topraklarda, şimdi işgalin gönüllü ortakları cirit atıyor. Üstelik bu değişim sadece Suriye’yle sınırlı değil. Irak, Mısır, Libya, Yemen ve hatta bir zamanlar “bağımsız çizgi”ye sahip olan Türkiye bile bu yeni düzenin parçası haline getirildi.
7 Ekim 2023’te başlayan süreçten bu yana Gazze, sadece bir insanlık dramı değil, aynı zamanda bir ahlaki turnusol kağıdı oldu. Binlerce çocuk katledilirken, okullar, hastaneler bombalanırken, halk kıtlığa mahkûm edilirken, kimin gerçekten hangi safta durduğu ortaya çıktı.
Türkiye bu süreçte söylem düzeyinde sert ifadeler kullansa da, pratikte ikircikli bir politika izledi. Diplomatik ilişkiler kesilmedi. Tel Aviv’deki büyükelçilik, resmi olarak çekilmedi. İsrail’le ticaretin fiilen sürdüğü verilerle sabit. TÜİK verilerine göre, 2024’ün son çeyreğinde İsrail’e yapılan ihracat 5 milyar dolara yaklaştı. “One Minute” çıkışının ardından gelen Mavi Marmara travmasından sonra, kamuoyunun büyük kısmı bu çelişkilere karşı çok daha dikkatli hale gelmişti; fakat devlet politikası değişmedi.
Ayrıca Gazze’ye yardımlar, Türkiye üzerinden organize edilmediği gibi, bölgedeki insani koridorlarda da aktif bir rol üstlenilmedi. Siyasi beyanlarla oluşturulmaya çalışılan “aktif rol algısı”, sahada gerçek bir karşılık bulamadı.
Buna karşın İran ve Hizbullah, söylemle yetinmedi. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, 3 Kasım 2023’te yaptığı konuşmada, Gazze’de direnişin yalnız olmadığını vurgulayarak, İsrail’in kuzeyinde açılan ikinci cepheyi açıkça sahiplenmişti.
Resmi kaynaklara göre, Hizbullah’ın 2023 sonu itibariyle İsrail sınırındaki 200’den fazla hedefi vurduğu belgelenmiş durumda. İran Savunma Bakanı Muhammed Rıza Aştiyani ise 2024 başında yaptığı açıklamada, Gazze’deki gruplara “lojistik ve teknik destek” verdiklerini açıkça duyurdu.İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani de, Gazze ile doğrudan temas kurduklarını ve “direniş ekseninin tek bir vücut gibi hareket ettiğini” ilan etti. Bu açıklamalar, yalnızca bir siyasi duruşun değil, sahadaki gerçek angajmanın ifadesiydi.
Bu noktada şunu açıkça söylemek gerekir: Birileri beğenmeyecek ama İran ve Hizbullah, Gazze’de yalnızca sözde değil, fiiliyatta da direnişin parçası oldular. Türkiye ise bu süreçte yalnızca diplomatik söylemlerle sınırlı bir pozisyon aldı. Bu gerçek, Orta Doğu halklarının hafızasına çok net bir şekilde kazındı.
Türkiye, Suriye krizinin başından bu yana “sıfır sorun” idealinden “tam kriz” gerçekliğine savruldu. Başlangıçta “Esad gidecek, biz namaz kılacağız” denilen Şam’da, bugün Esad’la yeniden temas yolları aranıyor. Bu zikzaklar, dış politikada tutarsızlık değilse, en hafif tabirle bir strateji yoksunluğudur.
Gazze’de ise Filistin halkına yönelik sembolik söylemlerin arkasında, ticari ve diplomatik çıkarlar korunmaya devam etti. Bu da Türkiye’nin söylem ile eylem arasındaki mesafesini daha da açtı.
Ayrıca Türkiye’nin arabulucu rolü oynamak istemesi, tarafsızlık adı altında İsrail ile aynı masaya oturma anlamına geliyor. Oysa bazı durumlarda tarafsızlık, zalimden yana olmaktır.
Gazze konusunda Türkiye’nin pozisyonu, sahadaki gerçeklikten çok söylem üzerinden şekillendi. “Netanyahu bir savaş suçlusudur”, “İsrail soykırım yapıyor” gibi sert beyanlar kamuoyunda büyük yankı buldu. Ancak bu sözlerin altını dolduracak siyasi ve diplomatik adımlar gelmedi.
Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail’le ilişkileri askıya almadığı, elçiliklerin faaliyetlerinin devam ettiği biliniyor. Daha da önemlisi, TÜİK’in yayınladığı dış ticaret verileri gösteriyor ki, 2023’ün son çeyreğiyle 2024 başı arasında İsrail’le olan ticaret hacmi artarak devam etti.
Özellikle kimya, demir-çelik, plastik ve gıda ürünleri kategorilerinde yapılan ihracat, Gazze’nin bombalandığı aylarda bile durmadı. Kamuoyunda tepki çeken bu tabloya karşı hükümet yetkilileri sessiz kalmayı tercih etti. Yani Türkiye, Gazze’de Filistin halkına yönelik söylemsel bir sahiplenme geliştirirken, İsrail’le olan stratejik ve ekonomik ilişkilerini kesintiye uğratmadı.
Bu çelişki, yalnızca bir dış politika başarısızlığı değil; aynı zamanda halk nezdinde güven erozyonuna yol açan bir ahlaki sorun haline geldi. İran, yıllardır sürdürdüğü “direniş ekseni” stratejisini Gazze üzerinden yeniden yapılandırdı.
Hizbullah, Ensarullah (Yemen), Irak’taki Haşdi Şabi grupları ve Suriye’deki milisler aracılığıyla İsrail’e karşı çok cepheli bir baskı kurmayı başardı. İran, sahada görünmeden savaşa dahil olmanın en gelişmiş versiyonunu uyguluyor. Gazze’ye kimi zaman doğrudan silah göndermiyor; ama teknolojisini paylaşıyor, taktik sağlıyor, lojistik iletişim ağı kuruyor.Buna karşılık Türkiye, bölgedeki askeri kapasitesine, jeopolitik avantajlarına rağmen bu türden bir angajmana hiç yanaşmadı. Barışçıl arabuluculuk kavramı öne çıkarıldı; ancak bu
arabuluculuk İsrail lehine zaman kazandıran bir pozisyon haline dönüştü. Bu, yalnızca Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini sınırlamakla kalmadı; aynı zamanda Türkiye’nin “mazlumların savunucusu” imajını da ciddi şekilde sarstı.
Orta Doğu’daki Arap rejimlerinin Gazze meselesine karşı gösterdiği utanç verici sessizlik, emperyalizmin en büyük başarısıdır. Mısır’ın Refah Sınır Kapısı’nı günlerce kapalı tutması, yardım konvoylarını geciktirmesi; Ürdün’ün İsrail’le güvenlik koordinasyonunu sürdürmesi, bu tabloyu daha da karanlık hale getiriyor.
Bir dönem Arap sokağında yükselen “direniş” sloganlarının yerini şimdi korku, yılgınlık ve kayıtsızlık aldı. Sadece liderler değil; Arap aydınları, medya kuruluşları, akademi çevreleri de büyük oranda sessizliğe gömüldü.
Körfez ülkeleri, özellikle BAE ve Suudi Arabistan, İsrail’le olan normalleşme sürecini ekonomik fırsatlara çevirmeye çalışıyor. Direnişin sembolü olan Kudüs ve Gazze, artık sadece ajans bültenlerinde birkaç dakikalık yer bulabiliyor.
Bu manzara yalnızca emperyalizmin zaferi değil; aynı zamanda halkların kendi kaderine yabancılaşmasının göstergesi. 2025’in ilk aylarında yaşanan iki önemli gelişme, İsrail’in yalnızca Gazze’ye yönelik bir savaş yürütmediğini, bölgesel ölçekte çok katmanlı bir strateji izlediğini bir kez daha ortaya koydu.
İlki, İsrail’in Azerbaycan’la olan ilişkilerini daha da derinleştiren diplomatik temaslar, diğeri ise Suriye’ye yönelik doğrudan hava saldırılarıdır.
Nisan 2025’te Tel Aviv’de gerçekleşen İsrail-Azerbaycan görüşmeleri, sadece enerji ve savunma iş birliğini değil, aynı zamanda Kafkaslar üzerinden İran’a karşı yürütülecek yeni bir kuşatma politikasını da gündeme taşıdı. Bu görüşmelerde savunma teknolojileri, insansız hava araçları ve istihbarat paylaşımı gibi başlıkların öne çıkması, İsrail’in Güney Kafkasya’daki nüfuzunu kalıcılaştırma niyetini açıkça ortaya koydu. Bu tablo, İran’ın kuzeyden çevrelenmesine yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak okunmalıdır.
Öte yandan, 2025 Mart ayı sonunda Şam çevresine ve Halep yakınlarına düzenlenen İsrail hava saldırıları, doğrudan İran bağlantılı hedefleri vurduğunu iddia ediyor. Ancak sahadaki kaynaklar, saldırıya uğrayan noktaların büyük kısmının sivil altyapıya yakın bölgeler olduğunu bildiriyor.
Bu saldırılar, İsrail’in sadece “direniş eksenini” değil, aynı zamanda Suriye’yi bir yıkım coğrafyasına dönüştürme politikasını da sürdürdüğünü gösteriyor. Üstelik bu saldırılar, Batı medyasında neredeyse hiç yer bulmazken, uluslararası kamuoyunun sessizliği ise suç ortaklığının sessiz bir biçimi haline geliyor.
Bu gelişmeler, İsrail’in Gazze ile sınırlı bir savaş yürütmediğini, çok daha geniş ve sistematik bir strateji içinde hareket ettiğini ortaya koyuyor. Azerbaycan üzerinden kuzeyi, Suriye üzerindendoğuyu kontrol altına almaya çalışan bu yaklaşım, sadece Filistin direnişine değil, bölgesel bağımsızlık arayışlarına da doğrudan bir tehdittir.
Bu çöküşün en derin yaşandığı alanlardan biri de medya. Türkiye’de ve Arap dünyasında bağımsız gazetecilik neredeyse yok olmuş durumda. Ana akım medya ya doğrudan iktidar kontrolünde ya da reklam ve finans kaynaklarıyla yönlendiriliyor.
Bu nedenle gerçek bir sorgulama, eleştiri ve hatırlatma işlevi yerine, tekrarlayan klişe başlıklarla halkın algısı bastırılıyor. Aydınların büyük kısmı, “denge politikası” adı altında suskun kalmayı tercih etti. Akademi, ya fon ve kadro kaygısıyla ya da doğrudan siyasi aidiyetlerle hareket ediyor.
Ancak tarihin bu dönüm noktasında, asıl görev tam da bu sessizliğin ortasında ses olabilmekte yatıyor. Çünkü toplumlar hafızalarını kaybettiğinde, kimliklerini de kaybeder. Bugün halklar, yöneticilere, medya yapılarına, resmî açıklamalara güvenini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Ancak bu durum, yeni bir sorgulayıcı kuşağın da doğmasına neden oluyor.
Sosyal medya üzerinden yayılan hakikat kırıntıları, baskı altındaki gazetecilerin tanıklıkları, halkların birbirine aktardığı hikâyeler, bu coğrafyanın en büyük direniş mirası olabilir.
Söylemiştim, bu hikâye burada bitmez. Çünkü bu toprakların tarihi yalnızca ihanetlerle değil, direnişlerle de yazıldı.
Ve yine yazılacaktır.
Ama tarih, yalnızca kazananların değil, direnenlerin de yazdığı bir kitaptır. Bu düzen elbet bir
gün değişir. Her karanlık dönemin içinde, yeni bir aydınlık filizlenir. Her ihanetten sonra, bir
nesil yeniden hakikatin peşine düşer. Her yıkım, yeni bir direnişi doğurur.
Bugün konuşulmayanı konuşmak, susulan yerde ses olmak, görmezden gelineni göstermek,
unutulanı hatırlatmak gerekiyor. Çünkü bu coğrafya yalnızca haritalarla değil, hafızayla ayakta
kalır.
Ve bugün, bu hafızaya yeni bir not düşme zamanıdır:
Amerika ve İsrail’e sadık bir Arap hain rejimine ve Arap imzasına ihtiyaç vardı.
O imza atıldı. Şimdi sıra, halkların kendi imzasını yeniden atmasında…