Eğitimin, canlı yaşamında yer aldığı dönemin ilk canlı her ne ise bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ondan başladığını söyleyebiliriz. Ama kavram olarak eğitim, İlk insanın doğaya karşı kendini var etmeye başladığı dönemde varlığını ispatlamıştır. Burada kavramlara çok takılıp o canlı hangi canlı, o insan hangi insan gibi döngülere girmeyeceğim ve zaman içerisinde eğitimin nasıl yeşerdiğini ve sahip olduğu dallarıyla kimlere hangi katkıları verdiğine değinmeye çalışacağım.   
       Eğitimin gelişim basamağının, şimdilik en üst basamağı olarak görülen ‘’modernlik’’ kavramını, kabul etsek te etmesek te Batı’dan geldiğini biliyoruz. İnsanlık, din, felsefe… Gibi kavramlar ne kadar Doğu’da doğduysa da süreklilik ve en üst perdede yaşama alanını Batı’da yakalamıştır. Aslında ilk insanlar doğaya karşı var olma mücadelesini verirken, kendi dönemlerinin şartlarına göre eğitimde çok önemli kazanımlara sahip olmuşlardır ki onların yaptıkları ile bugün ki eğitim şekillenmiştir. Zamanla devreye din olgusunun girmesi ve insanların kaderci bir anlayışa sahip olarak yaşamaya başlaması insanı tembelliğe sürüklemiştir. Din olgusunu ‘’Tevhid İnancı’nın’’ ve Peygamber Efendimizin anlamamızı istediği şeklin dışında bazı kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesi ve insanlara zorla dayandırılmaya çalışılması, insanların yeni olana karşı dirençli ve korkulu yaklaşmasına sebebiyet vermiştir. İnsanlar ilahi kitapları ne zaman çıkarcı kesimlerin elinden alıp gerçeğiyle okudular o zaman insanlık için daha doğru olana adımlar atılmıştır.  
      Orta Çağ anlayışının insanın düşünmesinin önündeki engelleri, insanı bıktıracak seviyeye gelmesi ve Rönesans-Reformdan sonra Katolik kilisesinin insanlar üzerindeki dayanılmaz baskısı ve derin etkiler yaratmıştır. Buna paralel olarak Doğu’da da dini kendi çıkarları için kullanan kesimin, Tevhid inancının dışında kendi çıkarları doğrultusunda tarikatlar türetmesi ve insanın fenden uzaklaştırmaya yönelik karşı çıkış, sanayi devriminden sonra daha da hızlanarak, burjuvazi zaferler elde etmeye başlamıştır. Bu döneme kadar toplumun bir arada yaşayabilmesi için gerekli değerleri üreten ve uygulayan merci olan kilisenin zayıflamasıyla, toplumu bir arada yaşatabilecek yeni bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur. Bu kurum, yeni bir ahlak meydana getirecek, insanlara bunu aktaracak ve böylece toplumsal bir buhran ve çöküşün önüne geçilecektir. Bu yeni kurum, devlet gücünü eline geçirmiş olan seçkin sınıfın icat ettiği modern kamu eğitimi projesidir. Bunun adı okuldur. 
       Okul, istismarcılar karşısına dikilen modernizmin mabedi ve değer üretim merkezidir. Bu merkez sayesinde seçkin sınıfın değer yargıları, beğenileri, istekleri kolay, etkili, kalıcı bir şekilde bütün toplum kesimlerine benimsetilecek ve böylece onların meşruiyeti de bir anlamda onaylanmış olacaktır. ‘’Bu sistem iki yüz senedir kaba hatlarıyla böyle işlemektedir. Batı’da ortaya çıkan burjuvazi merkezli sanayi toplumu, ekonomik verimliliğini arttırmaya yönelik olarak, devlet kontrolünde, “modern (ulusal), laik ‘evrensel, standartlaşmış ve örgün’ eğitim mekanizması sayesinde toplumsal bütünlüğün egemen dilini kullanır gibi yaparak, aslında kendi değer dünyasını yerleştirme ve benimsetme yolunda bir enformasyon ve formasyon inşa etmiştir. Burada oluşturulan enformatik ve kültürel algı ulusal bilinci ve modern vatandaşı meydana getirmektedir (Gellner, 1992, s. 80).”
          Modern eğitimin üstlendiği görev, sadece ulusal bilinci oluşturmak değil, modern hayatın öznesi insanı da oluşturmaktır. Bu anlamda modern eğitimin amacı, toplum üyesini (toplum ferdini) topluma hâkim sınıfların belirledikleri ölçülere göre hazırlar. Bunun gayesi oldukça açıktır: tabiata, yani dış dünyaya hükmetmektir. Bu amaca ulaşmak için okul yeni medeniyetin olmazsa olmaz bir parçası olarak düşünülmüştür. Her ne kadar okul dışı eğitim uygulamalarına tolerans gösterilse de yaygınlaşmasına asla izin verilmemiştir. Batı’nın modern hayata geçişi ile birlikte inşa ettiği modern eğitim birçok yönüyle eleştirilebilir. Bu eleştiri büyük ölçüde klasik/geleneksel eğitim değerleriyle karşı karşıya getirilerek yapılabilir. Burada çatışma zemini oluşturup işi kavgaya götürmek değildir amaç, burada farklılıkların birbirine kattığı değerlere odaklanmak lazımdır. Her şeyden önce Batı merkezli eğitim ile klasik eğitimin amaçları birbirinden farklıdır. “Klasik terbiye, insanla başlar ve insanla biter.
            ‘’Batı merkezli eğitimin amacı belirlenirken, “öncelikle kendisi için iyi insan” sonrasında “anne babasına, daha sonra da topluma ve bütün insanlığa faydalı, yararlı insan” yetiştirmek gibi tabii bir gaye görmek güçtür. İçeriği tam olarak belirtilmemiş ve anlamlandırılmamış birey olma, kendi kendine yetme, iyi vatandaş olma gibi kriterler ise mevcut toplumları ortaya çıkarmıştır. Oysa yakın dönem tarihin de açıkça gösterdiği gibi tahsilli insanlar ve milletler kötüye alet olarak kullanılabilirler ve bu işlerde “geri kalmış” olanlardan daha etkili olabilirler. Batı eğitim psikolojisinde çocuğun gelişme, büyüme ve öğrenme süreçlerinde başta anne ve aileye önem vermemesi canlı olmanın, tabii ve tarihî dokusuyla uyuşmayan bir zihniyetidir. Gelişim ve öğrenme kitaplarında anne neredeyse yok hükmündedir. Babanın adı bile geçmez. Böylesi bir öğretim insanları, toplumsal duyarlılık ve bağların zayıfladığı bir ortama hazırlamak anlamına gelebilir. Eğitimde anne ve babayı neredeyse devreden çıkaran Batı merkezli eğitim, sağlıklı bir toplumsal yapıyı da bozacak tehlikeler barındırmaktadır. Buradaki karşılaştırmayı kötü-iyi çizgisinde oluşturmamıştır sadece farklılıklarına değinilmiştir.’’(Gündüz. M)
         Son olarak ülkemizin modern eğitim sahasına değinmek istiyorum. Peki, ülkemizde dürüm nasıldır? Bununla ilgili bende hakim olan çok detaylı bir görüş mevcuttur ama Ziya Gökalp ve İzzetbegoviç’in ağzından bu konuya kısaca değinmeyi daha faydalı buluyorum. Ziya Gökalp, “Bu ülkeye en büyük zararlar medrese ya da okuldan pay almış insanlardan gelmiştir.” (Gökalp, 1992, s. 171) derken bu gerçeğin hakkını teslim etmektedir. Bilge Kral’ın da belirttiği üzere “bugün, çocuk yuvasından üniversiteye kadar, eğitimin bütün merhalelerinden geçmiş bir kişinin tahsili sırasında ‘İnsan doğru dürüst olmalıdır.’ diye bir defa bile olsun duymuş olmadığını tasavvur ede biliriz.” (İzzetbegoviç, 1993, s. 80) Bu, Batı eğitimini tanımlayan bir yargıdır. Oysa hakiki anlamda bir talim ve terbiyeden geçen insan başta kendine, yakınlarına ve toplumuna zararlı olamaz. Ancak, modern eğitim bunu rahatlıkla üretebilmektedir. 
                                                                                                         Ercüment ZÜNGÜR