Hayat, bir çember misali, döner durur. Bir zamanlar minicik ellerimizden tutan, düşüşlerimizi gözyaşlarıyla karşılayan, uykularımıza ninniler fısıldayan o güçlü omuzlar... Gün gelir, o omuzlar yorulur, o eller titremeye başlar. O güçlü sesler, birer fısıltıya dönerken, bizler o ebeveynlerin rehberi olma sınavıyla yüzleşiriz. Bu doğal dönüşümün en hassas noktasında, asırlar öncesinden yankılanan ilahi bir fısıltı, tüm insanlığa kadim bir hatırlatma yapar: Lokman Suresi'nin 14. ayeti, ruhumuza işleyen bir sesle der ki: "Biz insana, anne babasına iyi davranmasını emrettik... Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır."
Modernleşme süreci, sosyal yaşamda birçok geleneksel alışkanlığın derinden değişmesine yol açıyor. Bu dönüşüm, özellikle yaşlı ebeveynlere yönelik bakım yaklaşımlarında kendini gösteriyor. Bazı evlatlar, anne babalarına "daha iyi bir yaşam standardı" sunmak amacıyla huzurevlerini tercih ederken, diğerleri onlara evde bakmayı üstleniyor. Her iki yaklaşımın da kendine göre artıları ve eksileri olsa da, asıl mesele, yüreğimizdeki duruşta saklı.
Anne ve babalarımız yaşlandıkça, ömrün o en düşkün çağına ulaşırlar; öyle ki, bir ayet-i kerimede de belirtildiği gibi, "bilirken bilemez hale gelsinler." Bu aşamadan sonra sabır ve tahammül sınırları zorlanabilir, bazen istemsizce sert ifadeler dudaklarımızdan dökülebilir. İşte tam da bu noktada, o ilahi uyarı bir fener gibi önümüzde durur: "Onlara öf bile demeyin!" Kimi zaman, ebeveynlerinin her şeye karıştığını düşünenler, bu davranışlarını haklı çıkarmaya çalışabilirler. Oysa Yüce Yaradan, anne babaların bu hallerini en iyi bilen olarak, "öf bile demeyin" demiştir. Bu, basit bir rica değil, bir kulluk ve insanlık imtihanı olan kesin bir emirdir.
Konfüçyüs'ün Konuşmalar adlı eserinde, anne babaya bağlılık hakkında dikkat çekici bir bölüm vardır:
"Tzu-yu, anaya babaya bağlılığın ne olduğunu sordu. Üstat yanıt verdi: 'Bugünlerde anaya babaya bağlılık, bir kimsenin ailesini geçindirmesi olarak anlaşılıyor ama köpekler ve atlar da aynı şeyi yaparlar. Saygı olmazsa bunu diğerinden nasıl ayırt edebiliriz?'"
Bu kadim bilgelik, bize maddi desteğin ötesinde, manevi bir duruşun gerekliliğini hatırlatır. Büyüklerimize sadece maddi şeyler sunarak onları mutlu etmeye çalışıyoruz, oysa onlar en başta sevgi, ilgi ve dinlenmek isterler. Hele ki yaşlı ve hasta olanlar, kendilerini kolayca evlerinde fazlalık gibi hissedebilirler. Onlara bu duyguyu yaşatmamak, sadece bir 'bakım' değil, bir 'varoluş anlamı' sunmak gerekir.
O halde, bu kadim çağrıya kulak vermek, sadece bir dini vecibeyi yerine getirmek değil; aynı zamanda insanın kendi özüne, vicdanının en derin köşelerine yaptığı bir yolculuktur. Anne ve babalarımıza gösterdiğimiz her ilgi, her sabır, her sevgi dolu dokunuş, aslında kendi ruhumuza ektiğimiz tohumlardır. Çünkü hayatın görünürdeki dindarlıkla özdeki ahlak arasındaki o ince çizgisinde, ebeveynlerimize gösterdiğimiz muamele, samimiyetimizin en yalın aynasıdır.
Modern dünyanın hızı içinde, çoğu zaman unuttuğumuz değerler, işte bu kutsal ilişkide yeniden anlam bulur. Huzurevleri, maddi konfor sağlasa da, kalbin aidiyet ihtiyacını, ruhun yalnızlığını dindiremez. Zira sevgi, dokunuş, dinleme... bunlar parayla satın alınamayan, ruhun en temel ihtiyaçlarıdır. Bir zamanlar bize hayatı armağan edenlere karşı "öf bile dememek" emri, sadece bir yasa değil, insan olmanın, vefalı olmanın, merhametli bir kalp taşımanın özüdür. Peki, o gün geldiğinde, kendi çocuklarımızın gözlerinde nasıl bir yansıma görmeyi arzuluyoruz?