Günümüzde, yabancı bir şehirde yolunuzu kaybettiğinizde size yol gösterip evine davet eden biriyle karşılaşmak ne kadar olası? Çoğumuz için bu, neredeyse imkânsız gibi görünebilir ancak, İbn Battuta'nın 14. yüzyılda ziyaret ettiği Denizli’de misafirperverlik o kadar köklü bir gelenekti ki, insanlar bir yolcuyu misafir edebilmek için neredeyse kavga ediyorlardı.

“Şehre girişimizde, çarşıdan çıkan bazı dükkân sahiplerinin hayvanlarımızın dizginlerine sarıldığını fark ettik. Bir anda başka bir grup ortaya çıktı ve onları durdurmaya çalıştı. Tartışma büyüdü, hatta bazıları hançerlerini çekerek birbirlerine saldırmaya kalkıştı. Ne olup bittiğini anlayamadık. Derken, Hak Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Kendisine sorduk: ‘Bunlar neden kavga ediyor?’ Adam şöyle açıkladı:

‘Bu insanlar yiğit Ahilerdir! Her iki taraf da sizi misafir etmek istiyor, bu yüzden çekişiyorlar. Misafirperverlikleri öyle güçlü ki, kimin sizi ağırlayacağına kura çekerek karar verdiler ve böylece barış sağladılar.’” (İbn Battuta, Seyahatname)

Bu olay bana 2008 yılında Şırnak’ta yaşadığım bir anıyı hatırlattı.

O yıl, defterdar yardımcısı olarak atanmıştım—daha doğrusu kendi tercihimle Şırnak’a gitmiştim. O dönemde Şırnak’a ulaşım oldukça zahmetliydi: Şehirlerarası otobüsler Cizre’ye kadar gider, oradan minibüsle Şırnak’a geçilirdi.

İlk kez gideceğim bu şehir, bir dağın etrafına kümelenmiş bir yerleşim yeri olarak dikkatimi çekmişti. Mardin’de de dağın etrafında kümelenmiş bir şehir yapısı vardı, ancak Şırnak’ın çok daha keskin yokuşları bulunuyordu. Defterdarlık’tan Mardinli bir müdür beni karşılamaya gelecekti. Bana belirli bir noktada inmemi söylemişti.

Minibüs şoförüne o noktada inmek istediğimi söyledim. Ancak şehre girdikten sonra fark ettim ki şoför unutmuş ve durağı geçmişiz. Müdürü arayarak tarif aldım ve uygun bir yerde inmeye karar verdim.

Yanımda oturan genç, yabancı olduğumu fark etmiş olacak ki, benimle birlikte indi. Bavulumu sırtladı ve peşinden gelmemi söyledi. Dik yokuşları tırmanarak nihayet müdürün beklediği noktaya ulaştık. Genç, bavulu yere bırakıp tek kelime etmeden yoluna devam etti.

O genci Şırnak’ta kaldığım beş yıl boyunca bir daha hiç görmedim. Ancak bu küçük iyilik, benim için unutulmaz bir anı olarak kaldı.

Bu iki olay, bulunduğumuz coğrafyanın misafirperverliğinin köklü bir geçmişe sahip olduğunu ve tarih boyunca toplumsal yapının misafire verdiği değeri gösteriyor. Anadolu’da misafir, “Tanrı misafiri” olarak kabul edilir ve ona en iyi şekilde hizmet etmek bir sorumluluk sayılırdı.

Bu anlayış, büyük ölçüde İslam kültürünün ve Ahilik geleneğinin etkisiyle şekillenmiştir. Komşuluk ilişkilerini güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı artırmak gibi amaçlarla misafire büyük bir değer verilmiştir.

Ancak, günümüzde dünya hızla bireyselleşirken, misafirperverlik giderek azalan bir değer haline geldi. Artık insanlar daha çok kendi işleriyle meşgul ve sosyal ilişkiler giderek zayıflıyor. Bu değişim, misafirperverlik gibi temel insanî değerlerin unutulmasına yol açabilir.

İbn Battuta'nın anlattığı hikâye bize misafirperverliğin sadece bir gelenek olmadığını, aynı zamanda insan olmanın temel bir gereği olduğunu hatırlatıyor. Başkalarına duyarlı olmak, onlara yardım etmek ve onları kabul etmek, insanlığın en değerli yönlerinden biridir.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte iletişim kolaylaşsa da, insan ilişkilerindeki samimiyet azalabiliyor. Bu yüzden, misafirperverlik kültürünü yaşatmak ve başkalarına karşı duyarlı olmak, modern dünyada daha da büyük bir anlam taşıyor.

Çünkü belki de bir gün biz de, yardıma ihtiyacı olan bir yabancıyla yollarımızın kesiştiği o anı yaşayacağız…