Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun dev salonunda flaşlar patlıyor, delegeler kürsüye çıkıyor, alkışlar birbirini izliyor. Dünyanın gözü bu toplantılarda; insanlığın en yakıcı sorunlarına çare arayan sözde büyük buluşma… Ama perde kapandığında geriye kalan koca bir fiyasko. Gazze’de, Afrika’da, dünyanın dört bir yanında insanlar ölürken, New York’taki o parlak salondan çıkan en güçlü ses sadece kınama. Ne bağlayıcı bir karar, ne etkili bir adım; sadece şova dayalı, cümlelerin içine gizlenmiş bir çaresizlik.

Oysa saniyenin altmışta biri kadar kısa bir anda, Gazze’de bir çocuk nefessiz kalıyor; bir annenin çığlığı gökyüzünü deliyor. Aynı anda Akdeniz’in sularında bir mülteci botu devriliyor, Pasifik’te bir ada daha iklim krizine boyun eğiyor. Dünyanın bir ucunda silahlar ateşleniyor, öbür ucunda açlık insanları sessizce tüketiyor. Her “saniyenin altmışta biri”nde yeni bir ölüm, yeni bir yıkım… Ve biz, insanlığın ortak aklı olarak tanımladığımız BM’nin, bu ölümleri sadece kelimelerle “not ettiğini” izliyoruz.

Dünyayı kasıp kavuran savaşlar, açlık ve yıkımlar karşısında dünya liderleri kürsüye çıktığında, çoğu zaman gerçekte olan biten tek şey kendi sahnelerini oynamak. Kimi, desteklilerine “Bakın ne kadar güçlü ve ilkeli bir liderim” mesajı göndermek için sert konuşmalar yapıyor; kimi, uluslararası basının gündemini bir süreliğine kendine çevirmek için dramatik cümleler kuruyor. Gazze’de çocuklar bombalar altında can verirken, Sudan’da insanlar açlıktan ölürken, iklim krizinin fırtınaları adaları yutarken, bu trajediler çoğu lider için insani bir sorumluluk değil, politik bir enstrüman hâline geliyor. Sanki acılar, kendi tabanlarını konsolide etmek, milliyetçi duyguları kabartmak, seçim öncesi destek toplamak için kullanılabilecek birer manşet.
Bu yüzden BM kürsüsündeki ateşli konuşmaların çoğu, içi boş hamasetle dolu. Alkışlar bittiğinde, salonun ışıkları söndüğünde, geriye sadece fotoğraf kareleri ve sosyal medyada paylaşılacak kısa videolar kalıyor. İnsan hayatı, bu gösterişli cümlelerin arkasında, bir pazarlık malzemesine dönüşüyor. Ve biz, bu büyük buluşmayı insanlığın ortak vicdanı sanırken, aslında her liderin kendi hesabının peşinde olduğu bir sahneyi izliyoruz. Bu sonuçsuzluk yalnızca büyük güçlerin masadaki kavgalarından değil; bizim toplumsal alışkanlıklarımızdan da besleniyor. Sosyal medyada bir dakikalık öfke, ardından sıradan hayatımıza dönüş. Saniyenin altmışta biri kadar süren ilgimizle yetiniyoruz. Empati kısa, gündem hızlı, öfke çabuk sönüyor. Oysa her saniye, insanlığın vicdanı için bir sınav.

Elbette umut tamamen yitirilmiş değil. Sivil toplumun, gençlerin, bağımsız gazetecilerin yükselttiği ses, bu karanlıkta bir ışık yakıyor. İklim adaleti için sokaklara çıkan öğrenciler, savaşın ortasında yardımı ulaştırmaya çalışan gönüllüler, halkların barış çağrısı… Bu çabalar, sistemin hantallığına karşı insanlığın refleksini hatırlatıyor. Ama bu refleksin kalıcı bir etkiye dönüşmesi için yalnızca kınama değil, bağlayıcı uluslararası mekanizmalara ve cesur siyasi iradeye ihtiyaç var.

“Saniyenin Altmışta Biri” başlığı tam da bu yüzden acı verici bir ironi taşıyor. Çünkü bir saniyenin altmışta biri kadar kısa bir anda, bir kurşun bir hayatı bitirebiliyor. Aynı sürede bir füze bir mahalleyi yok edebiliyor. Biz ise yıllarca süren müzakerelerle hâlâ “ortak metin” üzerinde uzlaşamıyoruz.

Dünya liderlerine düşen görev açık: Bu kısır döngüyü kırmak. İnsanlığın onurunu korumak için kurulan BM, gerçekten “birleşmiş” milletlerin evi olmalı; güç dengesinin pazarlık masası değil. Her geçen an, her kayıp saniye, bir insanın nefesini çalıyor.

Saniyenin altmışta biri… Belki bir göz kırpışı kadar kısa ama bir ömrün tamamını silecek kadar uzun. O nedenle bu yazı bir çağrıdır: Gözlerimizi kırpmadan bakmak, sesimizi kısmadan konuşmak, vicdanımızı susturmadan harekete geçmek için. Çünkü insanlık, saniyenin altmışta biri kadar bile gecikmeye tahammül edemez.