Mevlânâ şöyle der: 'Sıhhatte iken hasta olman, geniş rızık sahibiyken rızkının daralması, ya da yakın bir yerden uzak bir yere nakledilmen gibi olaylar karşısında durup düşün. Belki birinin kalbini kırmışsındır. Belki Allah'ın razı olmadığı bir şey yapmışsındır. Eğer hatanı bulursan, istiğfar et. Bulamıyorsan, bunda da bir hayır olduğunu bil.'

Bu öğüt, başımıza gelen sıkıntıları anlamlandırmak için en önemli adımı gösterir: Önce kendimize yönelmek, sonra ilahi hikmete teslim olmak.

Hayat, bazen beklenmedik engeller çıkarır karşımıza: ansızın gelen bir hastalık, daralan rızık, sevdiklerimizden ayrı düşüş… Böyle anlarda isyan etmek yerine, Mevlânâ’nın öğrettiği gibi “Bu sıkıntının dili ne söylüyor?” diye sormayı bilmek gerekir. Çünkü her musibet, görünmeyen bir mesaj taşır.

Mevlânâ der ki, başımıza gelenler kimi zaman bir uyarıdır: belki kırdığımız bir kalbin yankısıdır, belki de fark etmeden sürüklendiğimiz bir yanlışın bedelidir. Nasıl ki bedenimiz ağrıyla uyarı verir, ruhumuz da sıkıntılarla bize seslenir. Önemli olan, bu sese kulak verip “Acaba nerede hata yaptım?” diyerek kendimize dönmektir.

Eğer başımıza gelenlerde kendi hatamızı bulamıyorsak, Mevlânâ’nın ikinci dersi devreye girer. Bu da Kur’an’da şu ifadeyle açıklanır:

“Ant olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155)

İlahi hikmet, bazen bir tohumun çatlaması gibi acı verir ama sonunda yeni bir hayat filizlendirir.

Sıkıntılarınızı çözemediğinizde, onları bir yere yazıp “Bunda bir hayır vardır” diyerek olumlu bir yön aramaya çalışın. Yazdıkça zihniniz yeni yollar keşfedecektir.

Son söz: Yaşadığımız her zorluk iki kapı açar: biri istiğfara, diğeri şükre. Hangi kapıdan geçeceğimiz, bakış açımıza bağlıdır.