Yaşamım boyunca sayısız söz işittim. Kimisi rüzgâr gibi geçip gitti, kimisi ise yüreğime kazınarak adeta bir pusula oldu. Ama içlerinden biri var ki, yıllar sonra bile bana yol göstermeye devam ediyor: "Az söz, çok iş."

Bu öğüdü çocukken bir büyüğümden duymuş, sonrasında Ahmet Rasim'in satırlarında okumuştum. Bir gün, yaşlı teyze kapımı çaldı ve bana dönerek, "Evladım," dedi, "siz konuşan değil, iş yapan adamlara benziyorsunuz." O an, bu sözün derin anlamını bir kez daha idrak ettim.

Kamuda yöneticilik yaptığım yıllarda, kurum koridorlarındaki sayısız sohbete kulak misafiri oldum. Herkesin her konuda söyleyecek bir fikri, bir önerisi, hatta bir itirazı vardı; ancak somut bir iş veya çözüm adımı ne yazık ki nadiren görülüyordu. Bu yalnızca kuruma özgü bir durum değildi; toplumun genelinde de konuşmak kolay, iş yapmak ise zordu.

Müdürlük görevine geldiğimde, bu durumla doğrudan yüzleşmem gerektiğini anladım. Çalışanları teker teker odama davet ederek samimi sohbetler gerçekleştirdim. Hal hatırlarını sorduktan sonra, onlara şu önemli soruyu yönelttim: "Farz edin ki bugün siz müdürsünüz. İlk olarak hangi konuyu ele alır ve neyi düzeltirdiniz?"

İlk başta şaşkınlık yaşadılar. Gözlerinde, "Acaba bu bir tuzak mı?" gibi bir tereddüt sezdim. Ancak zamanla samimiyetim ve onları gerçekten dinleme arzum karşılık buldu. Konuşmalar derinleşti, yapıcı öneriler arttı. En sessiz sandığım personel bile kısa bir süre sonra kurumun işleyişi hakkında değerli fikirler sunmaya başladı.

İşin en güzel yanı ise, sadece konuşmakla kalmamalarıydı. Görevlerine daha sıkı sarıldılar, kurumlarına karşı güçlü bir sahiplenme duygusu geliştirdiler. Fikir beyan etmekle yetinmeyip, hayata geçirmek için aktif adımlar attılar.

Defterdar olarak atandığımda, bu yöntemi kurumsal bir yapıya kavuşturdum. Haftalık müdürler toplantıları başlattık. Bu toplantılarda herkes düşüncelerini özgürce ifade etti, ancak aynı zamanda bir işin sorumluluğunu da üstlendi. Böylece o meşhur "çok laf, az iş" tuzağından kurtulmaya çalıştık.

Karşılaştığımız krizlerde de aynı yapıcı yöntemi uygulayarak verimli ve sonuç odaklı toplantılar gerçekleştirdik. Bu süreç bana hayatımda şu önemli gerçeği öğretti: Bir dakikalık somut çaba, saatlerce süren boş konuşmalardan çok daha kıymetlidir.

Sözler, eğer eyleme dönüşmezse zamanla değerini yitirir. Özellikle günümüzde, her köşe başında yorumcu ve "uzman" varken, bu ilke daha da önem kazanıyor.

Bugün geçmişe dönüp baktığımda, zihnimde ve kalbimde asıl derin izler bırakanların çok konuşanlar değil, sessizce çok çalışanlar olduğunu net bir şekilde görüyorum. Onlar, hayatımın görünmez kahramanlarıdır. Gerçek ve kalıcı etki, çoğu zaman kelimelerin gürültüsünde değil; eylemlerin o sessiz ve güçlü enerjisinde saklıdır