Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Van’a her geldiğinde, Vanlılar ile buluştuğunda, hatta zaman zaman Van’ın beklenilen desteği göstermediğinde dile getirdiği bir cümle var: “Biz 2011 yılından sonra Van’ın yanına yeni bir Van kurduk.”  Sayın Cumhurbaşkanı bu cümleyi söylerken depremden sonra Van’a gönderilen desteği, kente ayrılan bütçeyi ve yapılanları vurgulama amacı güdüyor. Van’ın yanına bir Van yapacak kadar büyük paralar ayrıldığına hepimiz şahidiz. Hatırlarsınız, o yılın bütçe fazlası bile Van’a ayrılmış ve Van’ın ayağı kalkma sürecinde kullanılmıştı. Van’ın yanına bir Van kurulmadı ama Van’ın yanına bir Van kurmaya yetecek destekler bizim ‘eski’ Van’a yatırıldı. Şimdi düşünüyorum da: Hakikaten rakamlarını telaffuz edemeyeceğim kadar büyük miktarlarda paraların gönderildiği Van’da gerçekten de neden Van’ın yanına bir Van kurulmadı?

***

Biliyorum, sürekli başka iller üzerinden örnek vermek çok da sempatik gelmiyor ama, “El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu bozdoğan armudu sanır.” misali, biz el yumruğu yememiş halimizle kendimizi Paris’ten sayıyoruz ya o yüzden kıyas etmeden geçemeyeceğim. Mardin, Diyarbakır, Batman gibi illerin çoğunda Van gibi kentin yükünü kaldırmayan ve bir türlü düzeltilemeyen imar tek bir yol ile çözüldü: Yeni şehirler kurarak… Bugün Mardin’e gittiğinizde bir ‘modern’ Mardin ile karşılaşıyorsunuz, bir de ‘eski’ Mardin ile. Eğer tarih, nostalji arıyorsanız eski şehrin sokaklarında günlerce kaybolabilir ve unutulmaz bir ‘flaşbek’ yaşayabiliyorsunuz. Ama geçmişe yolculuk yaparken bir ara verip “Hele bi hamburger yiyeyim” dediğinizde de yeni Mardin’e inip Türkiye’nin tek tipleşen ama modern diye anılan şehir hayatının içerisinde kendinizi bulabiliyorsunuz. Üstelik O Mardin’e ışıklar altında bakınca akşam ‘California’ya bakar gibi hissediyorsunuz. Bir tek Van’ın Paris’e benzeme hali yok anlayacağınız. Konuyu dağıtmayayım. Öyle ya da böyle eski şehre sıkışıp kalınmamış ve yeni şehir ile şehir yeni bir boyut kazanmış. Bu Diyarbakır’ın meydan gibi yollara sahip Kayapınar gibi yeni ilçelerinde de böyle Batman’da da böyle.

***

“İnsan gün gelir dağı kaldırır, gün gelir darıyı kaldıramaz.” derler ya hani, koca koca medeniyetlerin eşsiz hükümdarlıklar kurduğu Van’da biz geçen zaman içerisinde bir ‘şehir’ kuramadık. Oysa ki sadece Van Kalesi eteklerinde defalarca kurulan bir şehir, şehrin farklı noktalarında başkent, lokomotif kent, eyalet merkezi nev’inde sayısız ‘şehrin’ kurulduğu bir coğrafyadır bu topraklar. Tüm bunlardan hareketle sormadan edemeyeceğim: Biz bu eski halinden eser bulunmayan, tarihi dokusu olmayan, geçmişinden izleri barındırmayan, herhangi özel bir tarafı bulunmayan mevcut yerimizde kalmakta neden bu kadar ısrarcıyız? Biz neden bir türlü yeni Van’ı kuramıyoruz? Biz neden hep aynı nakaratı tekrarlayıp duruyoruz? Şimdi yaşadığımız Van, Urartu ve diğer medeniyetlerin Van Kalesi’nin heybeti altında kurduğu, Osmanlı’nın ‘beynelmilel’ konumu şimdikinin çok daha ötesinde olan şehirden neyi fazla? Erzurum’da olduğu gibi tarihi yapılarla modern şehirin bir arada nizam ve intizam içinde olduğu bir şehiriz de ayrılmak mı zor geliyor?

***

Yine deprem sonrasına gideceğim. O dönem ‘yıkıldı’ denilen bir Van varken, devlet büyükleri, idareciler bazı radikal kararlar konuştular. Kurumlar başta olmak üzere birçok yapının şehir dışına çıkacağı kararları alındı. Ha keza, yeni yaşam alanları da kentin dört ayrı uç noktasında TOKİ’ler şeklinde kuruldu. Bu alanlar şehrin bu alanlara kaymasında belki de şehrin yeni bir imar ve planlama büyümesi konusunda önemli fırsattı. O dönem bu koordinasyonun başındaki Beşir Atalay, dönemin Valisi Münir Karaloğlu, dönemin vekillerinden Burhan Kayatürk, Mustafa Bilici gibi isimler de bu yaklaşıma çok yakın ve bu anlamda çalışan isimlerdi. Hiç unutmam, Kayatürk her mülakatında, “Van’ın Van Gölü etrafında hilal şeklinde yeni bir yapılanma ile yerleşmesi gerektiği, tüm uğraşlarını böylesi bir yeni yapılanma” için vereceklerini söylüyordu. Böyle başladı, fakat böyle bitmedi. Bazı kurumlarda bu başarılırken Van Valiliği başta olmak üzere birçok önemli kurum şehir merkezinden çıkamadı. Karayolları için Edremit’te devasa bir ‘şato’ kuruldu, mevcut yeri rahatlama sağlanması yerine yeni kurumların inşası için kullanıldı. Yeni kurulan belediyelerden bazıları da şehirden çıkmak yerine daha çok şehrin içine girmeye çalışınca, yöneticiler değiştikçe ‘kurumları şehrin dışına taşıma’ fikri unutulunca da değişen hiçbir şey olmadı. “Devlette devamlılık esastır” ilkesine rağmen hiçbir şey devam etmedi. Kent meydanı, sahil yolu, yeni yollar, raylı sistemler, batçıklar ve bilumum proje “Bir varmış, bir yokmuş”a döndü.

***

Van’ın o ‘sıvasız’, ‘gri’ yüze sahip eski şehrinden kurtulup yeni bir şehir kurulma hayalini bir kenara bıraktılar, işi çok daha büyük bir çıkmaza koydular. Bu süreçte de Van, caddelerin prestij caddelerine dönüştürülerek daha kalabalık hale geldiği, trafiğin rahatlaması için parkomat sisteminin getirilip trafiğin daha büyük çileye dönüştüğü, yol yapım çalışmalarının başlayıp aylarca bitirilemediği, yürüyerek 15 dakikada gidilecek yolun araç ile 1 saate çıktığı bir şehre döndü. Hilal şeklindeki büyümeler, yeni şehirler, yeni merkezler falan hep hayal oldu. Anlayacağınız, katranı kaynatmakla şeker yapmaya çalıştılar, eski şehirden çıkmayıp bu şehir yapıp-bozarak yeni bir şehir yapmaya çalıştılar ama olmadı. Sonuç şu an hepimizin gördüğü, tahammül edemediği, nefes alamaz hale geldiği şehirde yaşamak oldu. Anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz.


***

“Şehirlerinde bir ruhu vardır. Bir şehirde yaşayan insanlar zamanla yaşadığı şehrin ruhuyla karakteristik açıdan özdeşleşirler.” diyor ya İbn-i Haldun. Ne kadar da haklı çıkıyor her seferinde. Galiba biz de yaşadığımız şehir ile fazlasıyla özdeşleştik. Uzun yıllardır olduğumuz yerdeyiz. Kalıbımızı kıramıyor, kapasitemizin üstüne çıkamıyoruz. Çok sıkıştık, daraldık. Aynı yerde dönüp dolaşmaktan bıktık, usandık. Akşam Paris gibiyiz, gündüz Hindistan’ın arka sokakları gibi. Bir adımız, bir kimliğimiz yok. Ne modern olabiliyoruz ne tarihi. Şehrin ruhu ile ruhumuz bir. Hepimiz daraldık ve dardan çıkmanın yolu ‘yeni bir Van’ kurmak. Belki de bu şehrin miyadı doldu artık. Bu şehri ‘eski’ şehir olarak kendi haline bırakmak gerek. Edremit’ten öteye, Tuşba’da ve Tuşba sınırlarında, Gürpınar’a doğru açılmamız, şöyle bir nefes almamız gerek. Bu şehrin artık bu yükü kaldıramadığı konusunda hem fikiriz, ama bu şehrin içinde dolanıp durma fikrinden kurtulamıyoruz. Bu da aklı selimin bize söylediği değil. Asla değil.

***

Aklı Selim demişken… Bunu da anlatmadan bitirmeyeyim…  Yavuz Sultan Selim bir gün camideyken gördüğü yeşil mermer direkleri yaptırmakta olduğu kendi külliyesine taşıtmak istemiş. Sümbül Efendi ise Sultan’ın bu isteği üzerine “Aklı selim erbabı, bir yeri yaparken diğer yeri yıkmaz” cevabını göndermiş. Osmanlı’da sultan bile olsan, eğer karşında bir veli, bir hoca, bir ulema varsa dinleniyormuş sözü. Kim bilir belki de bu medeniyeti yüzlerce yıl ayakta tutan ve dünyanın büyük bölümüne hâkim kılmaya kadar götüren yönetim modelinin sırlarından birisi de buydu. Biz bir yeri yapıp ötekini yıkmaya çalışarak yeni bir şeyler yapmaya çalıştığımızı sanıyoruz ama dönüp son 20 yılda yaptıklarımıza, bir de bizim ayarımızdaki kentlerin yaptıklarına bakalım, neleri yapamadığımızı daha net anlayacağız.

***

Sanırım yazıyı Mevlâna ile bitirmek de üzerimize farz oldu:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi.

Her gün bir yere konmak ne güzel.

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle beraber gitti, cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait.

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

(Mevlâna Celâleddin-i Rumi)