Başlığı görür görmez muhtemelen atıf yapılan kaynağı tahmin etmişsinizdir: “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” Kült tarihçi şeklindeki bir yakıştırmanın yanlış olmayacağı Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya ait Bir Ömür Nasıl Yaşanır? adlı kitap bir ömrün nasıl yaşanması gerektiği konusunu başlıklar halinde ele alan akıcı bir kitap. Gazeteci Yenal Bilgici’nin yönelttiği sorulara Ortaylı hocanın verdiği cevaplar üzerine hazırlanmış kitap hocanın TV kanallarındaki sohbetleri tadında ilerliyor. Kitapta; Kimden Ne Öğrenilir?, İnsan Kendini Nasıl Yetiştirir? Nasıl Çalışmak Gerekir? Nasıl Seyahat Edilir, Nereleri Görmek Gerekir? Eğitimde Hangi Tercihleri Yapmak Gerekir? Ne İzlemeli?/Ne Dinlemeli?/Ne Okumalı? gibi başlıklara İlber Hoca’nın verdiği cevaplar sıralanıyor. Fakat yazıya ilham olan kısım ise sekizinci bölümün son başlığı: “İnsan Yaşadığı Şehirden Nasıl Yararlanır?”
*
Şehirciliğin konuşulduğu, şehirlerden istifade etmek meselesi üzerine soruların sorulduğu bölümde öncelikle İstanbul, Ankara gibi kentlerin önemli yapıları konuşuluyor. Ortaylı, bu bölümde Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken 20 yeri de sıralıyor. Bu listenin 8’inci sırasında Akdamar Adası’ndaki Surp Haç Kilisesi var. (Bir dipnot olarak burada durabilir.) Aynı başlık altında, İstanbul özelinde eski yapılar, değişen şehirler, ruhunu kaybeden yapılardan söz ediliyor. Şehirlerdeki olumsuz değişimlere özellikle vurgu yapılıyor. İlber hoca şehirlerin ruhundan kopup bir ters yerleşim sürecine girdiğini ifade ediyor. Her yerin binalar ile betonlaşmasından söz ediyor. Esas vurguyu ise şehirlerin özgünlüğünü yitirmesi üzerinden yapıyor. “Her yer birbirine benziyor. Trabzonla Bursa arasında bir fark kalmamış.” diye sitem ediyor. Anadolu şehirleri ile Batı’daki şehirlerin ayırt edilemez halde olduğunu söylüyor: “Aynı tarz hayat, aynı tip fakirlik taşıyan ruhsuz varoşlar, aynı tip orta sınıf, aynı tip yüksek burjuvazi…” Haklı mı? Haklı. Zaman zaman Van’a ilk kez gelen insanlar, “Şehir merkezini görmek istiyorum” deyince Türkiye’nin herhangi bir şehrinden farklı bir şey göremeyeceğinin ezikliği ile çıkmıyor muyuz şehir merkezine? Ne zaman ki doğal ve kültürel güzellikleri gösterebiliyoruz, o zaman “İşte burası Van’dır” diyebiliyoruz. Van gibi sahip olduğu doğal, kültürel ve tarihi zenginliklerinin uzağında saçma sapan bir şehirleşmeye sahip bir kentte şehir merkezinde bir insana bu kente özgü neyi göstereceğiz ki? Urartular’ın adını taşıyan mobilyacıyı mı? Urartu krallarını isminin taşıyan otelleri mi? Yoksa Osmanlı adıyla açılan zincir kafeleri mi?
*
Ortaylı bazı şehirlerin sırrından da söz ediyor. Bunu sırrı izah ederken şehirlerin kütüphaneleri ve kütüphanecileri… Müzeleri ve müzecileri… gibi kavramlar kullanıyor. Dünyadan örnekler ile tek tek anlatıyor. “Asıl üzerinde durmamız gereken kültürdür” diyor. Okuyanlarla öğrenenlerin sürekli bir araya gelmesinin elzem olduğunu söylüyor. “Bu da kütüphane, tiyatro, galeri gibi kültür kurumlarıyla olur.” diyor. İlber Hoca’nın değindiği çok önemli bir şey daha var. Şehirlerin aşağı gidişinden söz ediyor, “Şehirler düşüyor” diyor. Bir şehirde yaşıyor olmanın belli başlı emarelerinden söz ediyor. Bir şehirden söz ederken o şehirle ilgili ev kiralarına, okullaşmaya, spor yapma imkanına göz atmak gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Bisiklete binebiliyor musun örneğin? Yürüyebiliyor musun? Bunlara bakmak lazım. Olumsuzsa, az gelişmiş bir metropolde yaşıyorsun demektir. Spor yapılmayan, yürünemeyen, parkların, yeşilin kıt olduğu bir yerde yaşıyorsan hoş bir şehirde değilsin demektir.”
*
Sanırım bu kadarı kâfi. Sözün nereye geleceğini de tahmin etmişsinizdir. İlber hocanın söyledikleri, Yusuf Has Hacib’in “Sözün, gözsüzlere göz olsun.” şeklindeki sözünü destekler nitelikte. Kendimizi gözsüz hesap edip bu sözler üzerinden dönüp kendi hali pürmelalimize bir bakalım o zaman. Bir kere şunu kabul edelim, bu şehri seviyor olmamız bu şehrin çok güzel bir şehir olduğu anlamını taşımıyor. “Doğu’nun Paris’i” şeklindeki talihsiz(!) tanımlamanın yapıldığından beri bu tanımlamanın ötesine geçemeyen ve gün yüzü görmeyen Van şehri, “Hoş bir şehir” değil. Kimse kusura bakmasın. Hoş bir şehir değil çünkü bu şehir de çoktan o düşen şehirlerden birisi oldu. Dahası var. Ben sıralayayım siz tasdik edin. Bu şehirde kentlilik kültürü yok. Kentlilik bilinci yok. Kötü bir mimari ve başarısız bir imar var. Kültür ve Sanat konuşulmuyor bile. Derme çatma bir tiyatrosu, daha yeni yeni taşınılmaya çalışılan bir halk kütüphanesi var. Müze gibi müze diyebileceğimiz müzemize 2019 yılında kavuşabildik. Her biri numunelik: birer adet. Hiçbirinin ikincisini sayamazsınız.
*
Gerçek bir şehir olmanın şartlarını da konuşalım. Mesela bu kentte kiralar yüksek mi? Yüksek. Spor yapılabiliyor mu? Hayır. Bisiklete binilebiliyor mu? Hayır. Yeşil kıt mı? Kıt. Hem de ne kıt! Ormanlaşma oranımız yüzde iki civarında. O da zorlamayla. 1700 rakımda inci gibi bir denizimiz var. Etrafımız kel dağlarla ile çevrili, şehir toz-toprak içinde. Yürünebilecek, spor yapılabilecek parklar bahçeler yapılıyor şehrin farklı köşelerinde ama biz hala tıkış tıkış ve ruhsuz bir şehir merkezinde yüksek katlı ve yeşilden uzak binalarda yaşamak için yarışıyoruz. Hani bir manası olsa anlayacağız, ama sakinlerine entelektüel gelişim imkânı verebilecek bir fonksiyonu da yok. Şimdi birileri parklar falan yapılmasından söz edecek. Cevabı yine İlber Hoca versin: “Ama işte şehir yaşantısından bahsediyorsak, sadece park kurtarmaz, o şehrin kültürel birikimi de olması gerekir.”
*
Biz olaya neresinden bakıyoruz bilmiyorum, ama İlber Hoca şehirlerin yaşanabilirlik kriterini evvela kültür üzerinden tanımlıyor: “İyi şehir, bir kütüphanede iyi bir kütüphanecilik hizmetiyle çalışıldıktan sonra iyi bir salonda, iyi tiyatro oyunlarını seyredebileceğin ve temsilin ardından güzel bir kafeye gidip sohbet edebileceğin bir şehirdir. Bu özellik gelişmişse, diğerleri de onda göre gelişmiştir.” Kurgunun büyük çoğunluğunun okey salonları üzerinde yapıldığı, şehrin en çok okey salonuna ve yeni nesil nargileci kafelerden oluştuğu bir şehirde nasıl bir gelişmişlikten söz edeceğiz? Takdirinize bırakıyorum.
*
Sadede geleyim. Bir seçim dönemi var önümüzde. 14 Mayıs’ta bir seçim yapılacak ve birkaç gün sonra birçok partiden milletvekili adayları şehirde dolaşacak. Bu isimlere belki yerel yöneticiler de eşlik edecek. İnsanlarla buluşacak ve vaatler sıralayacaklar. Ben çok eminim, siz de emin olun ki, size geldiklerinde ya da konuştuklarında yukarıda adı geçen şehir, şehircilik ve yaşanabilirlik kriterlerinden hiçbirine değinmeyecekler. Bize 20 yıldır hiç değişmeyen şeylerden söz edecekler. Vaatlerin büyük bölümünün temelinde ‘beton’ ve ‘ruhsuz yapılar’ inşa etmek yatacak. Yaşanabilir kent mekânları oluşturmak başta olmak üzere şehir planlama disiplini hiçbir konuşmada yer almayacak. Herkes bu kentin genç nüfusunu telaffuz edecek ama kimse onların okey salonlarındaki popülasyonundan, işsizliğinden bahsetmeyecek. Kelle hesabıyla sayısından söz edilecek, oylarının kıymetine değinilecek ama kimse onların iyi bir gençlik yaşaması için sahip olması gereken mekanlardan ve bu mekanların gerekliliğinden söz etmeyecek. Bu arada bir dipnot paylaşayım: Varlığı hiçbir şekilde yadırganmayan bu okey salonları seçimde de çokça ziyaretçi alan, hatta siyasetçilerin sempatik görünmek için oturup birkaç el oyun oynadığı alanlara dönüşüyor. Olayın sosyolojik ve ekonomik boyutu falan hikâye…
*
Bence hazır kenti dilinden düşürmeyen büyük bir kesimi bir arada bulmuşken taleplerimizi net bir şekilde ortaya koyalım. Bu kenti yönetmeye namzet olanlar size, bize geldiği vakit çevre yoluymuş, stadyummuş, otogarmış falan bu tür vaatleri artık dillendirmeye müsaade bile etmeyelim. Bu işler birer zorunluluk, yükümlülük ve sıradan işler. Bir lütuf değil bu kent için. Lütuf olan yukarıda bahsettiğim hususların sağlandığı bir şehir imar edebilmek. Yapabilen varsa beri gelsin.
*
Ez cümle… Yaşamın başlama serüvenini 5-6 bin yıl öncesine kadar götürebileceğimiz bu şehirde geçmiş medeniyetlerin mirasına da sahip çıkılamamış. Türkiye’nin herhangi bir şehrine benzeyen gri ve soğuk binaları ya da ışıklarla makyajlanmış mağazaları dışındaki tarihi ve doğal güzellikleri bu kentin kültürüne ve yaşamına dahil değil. Hepsi katma değerden hariç bir şekilde sadece kenti tanıtan broşürleri süslüyor. Van şehrinin sahip olduğu doğal güzellikler hala bütüncül bir planlamaya dahil edilmiş değil. Bu kentin ne tarımda ne hayvancılığında ne imarında ne ihracatında ne de üretimde master planları ve bir rotası yok. Günübirlik politikalarla yönetilen, rüzgârın estiği yöne doğru savrulan bir şehir. Bunun da ötesinde hala ne olduğuna da karar verememiş ve kimlik inşasını da tamamlayamamış bir kent. Ve daha nice noksanlıklar, sorunlardan bahsedebiliriz. Toplasak o sorunları burdan köye yol olur. Haliyle söyleyeceğimiz şey çok net: “Bu şehir böyle yönetilmez! Biz bu şehirden bu haliyle faydalanamayız!” Bize yaşadığımız şehirden nasıl yararlanacağız onu anlatın. Anlatabilirseniz…