Bu köşede eskiden olduğu gibi bundan sonra her cumartesi günü, ‘cumartesi geyikleri’ni yazacağız.

 

Kimi zaman soğuk ve ciddi gündemin dışında kalan konuları ele alacağız, kimi zaman da anılara dalacağız.

 

Eski nedense hep güzel gelir insana.

 

“Eskiden böyle miydi” diye başlayan sitemleri hayatın her şeyi için rahatlıkla duyuyoruz.

 

Yeni nesiller bunları pek bilmiyorlar.

 

Eskinin ne iyisinden ne de kötüsünden haberdarlar.

 

Hayat çok zordu bir kere.

 

Hele bu bölgede, hele bu bölgenin ücra köylerinde…

 

Yaşı geçmiş bir Vanlıdan duymuştum.

 

Gevaş’ın en uzak köylerinden birinde yaşıyormuş bundan 40 yıl önce.

 

“Van merkezdeki veya Çiçekli Beldesi’ne yakın yerlerdeki değirmenlerden iki torba un alıyorduk” diyordu: “Çok fakiriz, ne atımız var yükleyecek, ne öküzümüz var araba bağlayacak ne de bir eşeğimiz. Sırtımızla götürüyorduk…Bir torba unu alıyor, bir kilometre kadar götürüp bırakıyorduk. Sonra gelip diğer torbayı alıyorduk. Bir ileri, bir geri böyle böyle köyümüze kadar varıyorduk işte…”

 

Bütün bunlara rağmen o zamanların daha güzel olduğunu da eklemeyi unutmuyordu.

 

Bunu söylerken çocuklarının gözlerine bakıyordu o yaşlı amca: “Biz bunlar gibi tembel değildik.”

 

Bu zorluklar, insanların tek başlarına mücadele edebilecek güçleri olmadığı için, beraberinde dayanışma kültürünü de getiriyordu.

 

İnsanlar yardımlaşarak yaşıyorlardı ve bu yardımlaşma saygı, sevgi doğuruyordu.

 

Hayat kolaylaştıkça beraberinde bireyselliği ve bencilliği getirdi.

 

Kolaylıklar, yardımlaşmayı bitirdiği gibi ‘yarışmayı’ doğurdu.

 

Artık her alanda birileriyle yarışıyoruz.

 

Belki benim kuşak, 80 doğumlular, zorluğun ne olduğunu en son yaşayan kuşaktı.

 

Okumak başlı başına büyük bir lükstü bizim gibi köylü çocukları için.

 

Devlet, biliyorsunuz, buralara sadece asker göndermekle mükellef sayıyordu devletliğini!

 

Sosyal devlet anlayışı yoktu mesela.

 

Ne okul, ne hastane, ne yol, ne su… ne de başka bir şey!..

 

Köyde ilkokulu okuduk, peki ya ortaokul?

 

En yakını Özalp’te.

 

Kalacak yer yok, yurt yok.

 

Bir yurt vardı: Süleymancılar denilen cemaate ait.

 

Çok da para istiyorlardı.

 

Babamın elinde kalan bütün hayvanlar bu yurt ücretlerine gitti.

 

Yurtta kömür nedense hep erken biterdi, şubat oldu mu kalorifer kazanına kilit vuruluyordu.

 

Özalp soğuğunu bilen bilir, felakettir.

 

Şöyle anlatmaya çalışayım Özalp soğuğunu: İlçe merkezinin rakımı kış aylarında buz nedeniyle bir metre yükselirdi.

 

Belediye var ama aslında yoktu.

 

İşte o soğukta 40 kişilik yatakhanelerde soğuktan altımızı ıslata ıslata okumaya çalışıyorduk.

 

Çok af edersiniz ama ben ver arkadaşlarım o soğuk havaya bir de ıslak donla çıkıyorduk, iki adım atar atmaz kaskatı oluyordu donlarımız.

 

Yolu kapanan ve aylarca açılmayan köyden ilçeye kızaklarla gelirdik, ama nasıl gelmek.

 

Kaç defa elimi kızak tekerlerine kaptırma tehlikesi atlattım, kaç defa donma ya da tipide kaybolma tehlikesi yaşadım, bilmiyorum.

 

Bütün bunlara rağmen okuduk.

 

Din kültürü hocasının matematik, yabancı dil gibi bilumum derslere de girdiği bir eğitim sisteminden geçtik.

 

O yoklukların, imkansızlıkların içinden arkadaşlarımla beraber ülkenin en önde gelen üniversitelerini kazandık.

 

Şimdi neredeyse her köyde ortaokul var, lise eğitimi için servisler var.

 

İmkânlar beraberinde başarıyı getiriyor mu, derseniz cevabım olumsuz olacak.

 

Yanlış anlaşılmasın sakın, kastım şimdiki sistemin çok güzel olduğunu anlatmak değil; bizim zamanımızla karşılaştırma yapıyorum sadece.

Bu köşede her cumartesi bu ve benzeri konuları konuşacağız.

 

Bu ilk haftayı burada kapatalım.