Bazen bir sessizlik, en yüksek suç ortaklığı olabilir.

Bazen bir haksızlık karşısında sessiz kalıyoruz. Ama bu sessizlik gerçekten tercihimiz mi, yoksa içimizde sessizce büyüyen korkunun bir tezahürü mü? Marcus Aurelius der ki:

“Bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, seni üzen o olay değil, ona dair yargındır. Ve bu yargıdan her an vazgeçebilirsin.”

Peki biz, gerçekten vazgeçebiliyor muyuz o yargımızdan? Yoksa iç sesimiz bile sustuğumuzda suç ortağı mı oluyor?

Çoğu zaman bizi üzen, yaşadığımız olayın kendisi değil; o olaya yüklediğimiz anlamdır. Aynı olay iki farklı kişide bambaşka duygular yaratabilir. Biri kişisel bir saldırı gibi algılarken, diğeri olayın nedenine odaklanır. Tıpkı yağmur gibi: Kimisi o yağmurla dans eder, kimisi ondan kaçar. Oysa yağmur sadece yağar. Ne suçludur ne kahraman... Peki ya biz, kendi içimizdeki bakış açısını sorgulamaya cesaret edebiliyor muyuz?

Bir Hitit duası şöyle der:

“Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret; değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır; ikisi arasındaki farkı ayırt edebilmek için akıl ver.”

Bu sadece bir dua değil, aynı zamanda bir yaşam pusulasıdır. Çünkü hayat, karşımıza çıkardığı olaylarla değil, bizim onlara verdiğimiz tepkilerle anlam kazanır.

Bazen de mesele dış etkenler değildir. İçimizde doğru olduğunu bildiğimiz bir davranışı gerçekleştiremediğimizde, sanki kendimize ihanet etmişiz gibi bir sıkışma yaşarız. Sessiz kalırız, ama içimiz susmaz. Vicdanın sesi, insanın en dürüst yankısıdır. Duyarlı biri, doğrudan muhatabı olmasa bile bir haksızlığa tanık olduğunda, rahat uyuyamaz. Çünkü suskunluk, bazen kalbin üstüne bırakılan en ağır yük olur.

Yıllar önce bindiğim bir minibüste yaşanan bir olay hâlâ hafızamda. Tanımadığı bir adama maruz kalan bir kadının gözyaşlarını izledim, susarak. Müdahale etmedim. Kimse etmedi. O minibüste sadece bir adam bağırmadı; biz sustukça, suçun bir parçası hâline geldik.

O kadın, kalabalığın ortasında sanki kimsenin olmadığı bir boşlukta yalnızdı. Sessizliğimiz, ona o boşluğu yaşattı. Bu olayı hatırladığımda içimden bir parça koparılır gibi hissediyorum. Tıpkı, yıllar önce düşürdüğünüz ama hâlâ aramaktan vazgeçmediğiniz bir şey gibi… Yeri bellidir, anısı canlıdır, vicdanınızın en tenha köşesinde sessizce durur. Ne zaman benzer bir durumla karşılaşsam, o minibüsteki sessizliğim yüzüme tokat gibi çarpar. O kadının gözyaşları, içimde kapanmamış bir yara gibidir. O gün konuşmadım ama içimden bir ses hâlâ susmuyor:
“Keşke…”

Yıllar geçse de bazı anlar zihinden silinmez. Tıpkı bir yara kabuk bağlasa da iz bırakır ya... Vicdan da susulan her şeyin izini taşır. İşlemediğimiz suçların suçlusu olmak böyle bir şeydir işte. Kimi zaman bir söz söylememek, en ağır yük olur insanın omuzlarında.
Yakın zamanda kaybettiğim bir dostumun sözü hep aklımda:
“Ölmesine öleceğiz, bari şerefimizle ölelim.”

Ama nedir şerefli yaşamak? Sadece büyük kahramanlıklar mı? Yoksa küçük anlarda gösterilen içten bir duruş, sessiz bir direniş mi asıl erdem? Asıl mesele şu: Bir gün tanımadığınız birine yapılan bir haksızlığa sessiz kaldığınızda, kendinize şu soruyu sorun:

“Bu kişi benim çocuğum olsaydı ne yapardım?”

Ve belki o zaman, cesaretin sadece yüksek sesle bağırmak değil, doğru zamanda konuşmak olduğunu anlarız.

Belki o zaman, işlemediğimiz suçların suçlusu olmaktan kurtuluruz.