Bölük komutanımız, rahmetli Ender Yüzbaşı yaman bir insandı. Ayda bir spor denetimine gelirdi. Denetimde egzersizlerin herhangi birinden (mekik, barfiks, uzun atlama vs.) başarılı olmayanları sopa ile döverdi. Buna tam dövmek de denmezdi aslında. Eğlencesine vururdu sopayı. Ancak şaka da olsa acıtmadığı söylenemezdi. Birisi başarısız olsa, adeta mutluluktan uçardı. Hem eğleniyor hem de dayak yiyorduk. Biz takım olarak cephe hattında idik. Yüzbaşı bölükten gelip bizim kaldığımız yere yaklaşınca, uzaktan hareket hâlindeki cipin kapısını açıp gövdesini dışarı çıkararak, elindeki sopayı sallar ve:  “Hey, ben geldimmmm.” diye bağırırdı. Denetimin bir ayağı da barfiksti. Barfiks, yüksek bir noktaya asılan bardan tutularak başın barın üzerine kaldırılması hareketidir. Barfiks, genel anlamda zor bir hareket olarak kabul edilir. Denetimi geçmek için üç barfiks çekmek yeterliydi. Barfiksi yapamıyordum. Dolayısıyla her denetimde üç sayısına ulaşamadığımdan dayak yiyordum. Şaka bile olsa gururum inciniyordu.

Denetimlerden biri, Ramazan ayına denk geldi. Benden başka hemen hemen oruç tutan yoktu. O gün de oruçluydum. Denetim başladı. Barfikse gelince dayak yemeye kendimi hazırladım. Barfikse zıpladım. Bir, iki, üç...derken dokuz tane yaptım. Şok oldum. Üç barfiks çekemeyen ben, dokuz tane barfiks çektim. Şartlarda bir değişiklik yoktu. Diğer dönemlerden farklı olarak sadece oruçluydum. O günden sonra tezkere alıncaya kadar barfiks sayısı dokuzdan aşağı düşmedi. Bu hikâyeyi başkasından duymuş olsam şüpheyle yaklaşırdım.

İnsanı kendine getiren, yaşamı sorgulatan ve nefsi, yani arzu ve ihtirasları terbiye eden şeylerin başında oruç gelir. İnsan yeme içmeden mahrum kalırsa, yaşamının bir anlamı olur mu? Bütün çabalarımız rahat bir yaşam ve mahrum kalmayacak kadar yemek-içmektir.

İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli unsur, akıl sahibi olması hasebiyle şehvetin şerrinden kendisini koruyabilmesidir. Bunun için Gazâlî, şehevî duyguların esiri olmanın hayvanlardan daha aşağı seviyede olmak anlamına geleceğini belirtmiştir.

Kişi oruçlu iken, yemeğe, içmeye ve şehevî arzulara ihtiyaç duymayan meleklerin vasfını bezenir. Dünya Müslümanlarının atladığı bir husus var. Genel olarak orucu sırf yeme içmeyi kesme olarak görürler. Elbette bu orucun olmazsa olmazıdır. Ancak orucun kabul edilmesi ve nefsi terbiye işlevinin yerine getirilmesi için başka şeylerin de aranması gerekir. Rahmetli babam Ramazan ayı gelince şöyle derdi: Orucunuzu ağzını bağladığınız kuzunun orucuna benzetmeyin. Orucunuzu hem ağzınıza hem de kalbinize tutturun.

Orucun kabulü ve beklenen faydayı sağlayabilmesi için helal kazançla yapılması gerekir. Bizler helal dairesini çok daraltmışız. Öyleki haram-helal uzaktan bakıldığında ayırt edilemeyecek hale gelmiş. Devletten alınan maaşlar beytülmalden yani ülke insanın parasından verilir. Dolayısıyla her vergi verenin bizim aldığımız maaşta bir payı vardır. Maaş her halükarda ödenecek para olarak görülmemelidir. Elden geldiğince o maaşı hak edecek gayreti göstermek, hakkıyla çalışmak gerekir. Yoksa maazallah, aldığımız maaş bize helal gibi görünse de şüpheli hale gelir. Devletten maaş alanların bir kısmı, sırf iş yerine gelmiş olmanın tek başına maaşı hak etmeye yeterli olduğunu düşünür. Aslında şu soruyu kendimize sorsak, maaşı hak edip etmeyeceğimizi kavrarız: Özel sektörde çalışmış olsak, kamu sektöründeki gibi davranabilir miyiz? İşveren bize müsamaha gösterir mi? Elbette göstermez. Bize ödediği her kuruşun karşılığını alır. Dolayısıyla oruç tutan görevliler aldıkları ücretin şüpheli hale gelmesiyle orucun kabul edilmeme riskini hesaplamalılar.

Yazımızı Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) sözü ile bitiriyoruz: “Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”