Yaz geldiğinde güneşi sevmek kolaydır. Karpuzu, denizi, tatili... Ama son yıllarda yaz mevsimi sadece bronz tenler ve uzun günler değil; aynı zamanda kuruyan nehirler, kavrulan topraklar ve ciğerimizi yakan orman yangınlarıyla geliyor. Ne yazık ki bu doğa olayları artık "doğal" değil. Çünkü biz doğanın dengesine çoktan müdahale ettik.

Bunu anlamak için büyük bir araştırmaya gerek yok. Sadece pencereyi açıp dışarı bakmak yetiyor. Eskiden serin olan sabahlar şimdi kavruluyor. Gökyüzü masmavi değil, puslu. Toprak çatlamış. Ormanlar ise ya susuzluktan solmuş ya da alevlerle yok olmuş. Her şey bize bir şey anlatıyor ama biz hâlâ anlamıyoruz.

Kuraklık, dünyanın en sessiz çığlığıdır. Yağmur yağmazsa barajlar dolar mı? Toprak susuz kalırsa ne biter? Tarım ne olur? Bunlar sadece çiftçinin sorunu değil. Marketten aldığımız bir domatesin bile suyla, toprakla bağı var. Kuraklık sadece bir doğa olayı değil; bir hayat meselesi.

KURAKLIĞIN SEBEBİ BİZİZ

Elbette iklim değişikliği bir gerçek. Ama bu değişikliğe en çok katkı sağlayan da biziz. Gereksiz su tüketimi, bilinçsiz tarım, ormansızlaşma, plastik atıklar, fosil yakıtlar… Bunların hepsi toprağın canını alıyor.

Türkiye’de de durum hiç iç açıcı değil. Konya Ovası artık çöle dönme yolunda. Tuz Gölü kuşlara veda etti. Gediz Nehri neredeyse kurudu. İstanbul'un barajlarında su seviyesi alarm veriyor. Üstelik sadece susuzluk değil, kuraklıkla birlikte gelen yangınlar da memleketin dört bir yanını kasıp kavuruyor.

2021 yazını hatırlayın… Manavgat, Marmaris, Bodrum alev alev yanarken gözlerimiz dolmadı mı? O ağaçlar sadece ağaç mıydı? Ya içinde yaşayan sincaplar, kuşlar, böcekler? Onlar nereye kaçsın? Kaçamayanlar ne oldu?

“Dünya bize miras değil, emanettir” Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Kıyamet kopuyor olsa bile elinizde bir fidan varsa, onu dikin."
Bu söz sadece dini bir öğüt değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesi. Yani umudu, doğayı, yaşamı koru. Vazgeçme.

"Toprağa ne ekersen, onu biçersin." Biz toprağa ne ektik? Zehirli atık mı? Beton mu? Kibir mi? O zaman biçtiğimiz kuraklık ve yangın da sürpriz değil.

James Audubon’un o meşhur sözüyle soralım: "Dünya bize atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç." Bu ödünce böyle mi davranılır?

Küçük Adımlar, Büyük Farklar: Evet, biz dünyayı bir anda kurtaramayız. Ama her birimiz bir adım atabiliriz. Duş süresini kısaltmak, çöpleri ayrıştırmak, bilinçsizce su kullanmamak, ormana çöp atmamak... Basit şeyler bunlar. Ama bir kıvılcımın bir ormanı yok ettiği gibi, bir damla fark da geleceği kurtarabilir.

Çünkü mesele sadece iklim değil. Mesele insanın kendini doğanın sahibi zannetmesi. Oysa insan doğanın bir parçası. Eğer o orman yanarsa, biz nefes alamayız. Eğer o dere kurursa, biz susuz kalırız.

İmam Gazali ne güzel söylemiş: "Doğayı hor gören, Yaratıcı’yı hor görmüş olur."
Doğayı sevmek, sadece romantik bir tercih değil; yaşamsal bir zorunluluk.

NE YAPMALI?

Bu köşeden sesleniyorum: Lütfen uyanalım. Susuzluk kapıda değil, içeri girdi. Ormanlar sadece tatil için gittiğimiz yerler değil, yaşadığımız dünyanın akciğerleri. Her birey üzerine düşeni yapmazsa, bu yaz yanan yerler sadece Ege sahilleri olmayacak. Belki bir gün balkonundaki çiçek de susuzluktan kuruyacak. Belki çeşmeden su yerine pişmanlık akacak.

Ve en önemlisi, çocuklarımız bize “Bu hale nasıl geldi?” diye sorduğunda, cevap veremeyeceğiz. Çünkü gerçeği hep bildik ama harekete geçmedik.

Unutmayın, bir kıvılcım ormanı yakar ama bir damla su da hayat verir.
Karar bizim. Ya kuraklığa alışacağız ya da doğayı yeniden seveceğiz.