Türkiye'miz, coğrafyası ve tarihiyle her zaman bir kavşak noktası, bir buluşma yeri oldu. Medeniyetlerin beşiği, farklı kültürlerin kucaklaştığı bu topraklar, bir yanıyla cennetten bir köşe; diğer yanıyla ise fırtınaların hiç dinmediği bir deniz gibi. Ama gelin görün ki, son zamanlarda bu kadim topraklar, "silah"ın gölgesiyle "barış"ın umudu arasında ince bir çizgide yürüyor. Keşke tüm silahlar yakılıp gömülse, o paslı namluların yerine rengarenk çiçekler ekilse! Ağlamak yok, artık her evden ağız dolusu kahkahalar yükselse, yürekler kardeşlikle dolsa ve her hasımlığa sırt dönülse...

Bölgemizde ardı arkası kesilmeyen çatışmalar, vekalet savaşları ve uluslararası güç oyunları, bu hayali biraz olsun uzağa itiyor gibi. Sanki komşu tarladaki yangın, bizim penceremize vuruyor ve ister istemez o dumanın kokusunu içimize çekiyoruz. Suriye'den Irak'a, Doğu Akdeniz'den Karabağ'a kadar uzanan bu gerilim hattı, Türkiye'yi diken üstünde tutuyor. Devletimiz de bu şartlar altında kendini korumak, ayakta kalmak zorunda hissediyor. Bu durum, bir yandan yerli savunma sanayimizin güçlenmesine, kendi tankımızı, topumuzu, insansız hava araçlarımızı üretmemize yol açarken, diğer yandan da bölgesel istikrarsızlığın getirdiği devasa riskleri omuzlarımıza yüklüyor. Düşünsenize, bir kurşun bile atılmadan sadece güvenlik için harcanan milyarlarca lira, aslında okullara, hastanelere, yollara, köprülere harcanabilirdi. Bu durum, "silah"ın "barış"a olan maliyetini, cebimizden çıkan her kuruşla ve içimizdeki her korkuyla gözler önüne seriyor.

Ne yazık ki "silah" kavramı, sadece mermilerle ya da tanklarla sınırlı değil. Bazen sözler ve ideolojiler de birer keskin bıçak, birer zehirli ok gibi olabilir. Hele ki bizim gibi hassas dengelere sahip bir ülkede, laflar çarpar, ötekileştirir, yaralar. Son zamanlarda artan toplumsal kutuplaşma, bir grubun diğerine attığı nefret tohumları, aslında "iç savaş"ın sessiz provası gibi. Sosyal medyada atılan her "tweet", televizyon ekranlarında söylenen her "sert söz", koro halinde yükselen her "yaşasın" veya "kahrolsun" nidaları, bir nevi "sözlü silahlanma"ya dönüşüyor. Bu durum, gerçek barışın sadece dışarıdaki düşmanlarla mücadele etmekle değil, aynı zamanda kendi içimizde yeşerttiğimiz hoşgörü, diyalog ve karşılıklı anlayış fideleriyle mümkün olduğunu haykırıyor. Düşman dışarıdan gelir de içeride barış olmazsa, asıl yıkım işte o zaman başlar. Tıpkı bir binanın temeli çürükse, dışarıdan gelen rüzgârın bile onu yıkması gibi. Bu yüzden, birbirimize gönül gözüyle bakmayı, farklılıklarımızı zenginlik saymayı öğrenmeliyiz.

Van'dan İstanbul'a, İzmir'den Diyarbakır'a bu güzelim memleketin her köşesinde, aslında aynı gökyüzünün altında yaşıyor, aynı ekmeği bölüşüyoruz. Belki dilimiz, yöremiz farklı ama kalplerimiz aynı şarkıyı fısıldıyor: Huzur, esenlik ve gelecek. İşte bu yüzden, sadece silahların sustuğu bir barış değil, yüreklere sızan, ruhları saran, nesilleri kucaklayan bir barış arayışındayız. Devletin terörle mücadelesi elbette sürecek; ancak bu mücadele, her daim hukukun üstünlüğü ilkesine ve insan haklarına saygı çerçevesinde yürümeli. İnsanlık onuru susmamalı.

Tüm bu zorluklara rağmen, Türkiye'nin diplomatik çabaları ve arabuluculuk girişimleri de barışın inşasında önemli bir rol oynuyor. Hani o meşhur deyiş vardır ya, "savaşanlar konuşursa, barış gelir" diye. İşte Türkiye, bazen ateşkeslerin mimarı, bazen esir takaslarının kolaylaştırıcısı olarak diplomatik sahada da önemli adımlar atıyor. Bu çabalar, silahların sustuğu yerde diplomasi sanatının nasıl devreye girdiğini, nasıl sihirli bir değnek gibi çözüm yolları açtığını gösteriyor. Güçlü bir orduya sahip olmak ne kadar önemliyse, güçlü bir diplomasiye, etkili bir iletişim ağlarına ve uluslararası işbirliğine sahip olmak da bir o kadar önemlidir. Çünkü barış, sadece kazanılan savaşların değil, kazanılan kalplerin sonucudur.

Sonuç olarak, "silah" ve "barış" Türkiye için sadece teorik kavramlar olmaktan öte, her gün yüzleştiğimiz somut gerçekliklerdir. Güvenlik kaygıları ile kalıcı barış arayışı arasında gidip gelen bu karmaşık denge, her bir vatandaşın omuzlarına bir sorumluluk yüklüyor. Hem bölgesel çatışmalara karşı caydırıcı bir güç olmak hem de kendi içimizde diyalog ve hoşgörü kültürünü güçlendirmek, tıpkı Van Gölü'nün berrak suları gibi, Türkiye'nin gelecekteki istikrarı ve refahı için hayati önem taşıyor. Bu yolculukta, silahların sustuğu, sözlerin barışa hizmet ettiği, gözyaşlarının kahkahalara dönüştüğü bir Türkiye hayali, sadece bir dilek değil, aynı zamanda ulaşılabilir bir hedef olmalı. Unutmayalım ki, bu güzel ülkeyi, sevgiden ve hoşgörüden daha güçlü hiçbir kalkan koruyamaz.