Hayatın en büyük gerçeğiyle yüzleşmeye hazır mısınız?

Bugün sizlerle kısa ama derin bir hikâye paylaşmak istiyorum. Belki satırlarda kendinizden bir parça bulursunuz.

Hikâyemiz, atının üzerinde gururla salınan kibirli bir kral ile başlıyor. O kadar kendinden geçmiş ki, etrafında olup biteni fark etmiyor. Ta ki, başında basit bir kavukla bir derviş yolunu kesene kadar. Kral, kılıcını kavrayıp öfkeyle bağırıyor: "Kimsin sen, benim yolumu kesmeye cüret eden?"

Derviş, hiç tepki vermiyor. Sadece başını kaldırıyor. Zaman bir anda duruyor. Rüzgârın uğultusu kesiliyor. Kuşlar bile sessiz. Kralın kalbine tarifsiz bir ağırlık çöküyor. Dervişin gözleri, insana ait olamayacak kadar derin ve karanlık. Kaçacak yer yok. Kral, kılıcına daha sıkı sarılıyor ama artık kılıç anlamsız. Çünkü karşısındaki sıradan bir insan değil, ruhları almaya gelen Azrail (as).

Kralın dizleri titriyor. Hükmettiği topraklar, servetler, ordular... Hepsi bir anda anlamını yitiriyor. Gözleri çaresizlikle açılıyor: "Lütfen… sadece birkaç dakika! İşlerimi tamamlamama izin ver!" diye yalvarıyor. Ama ölüm, erteleme kabul etmiyor. Melek, sessizce başını olumsuz anlamda sallıyor. Kral için her şey bitiyor.

Ve kral anlıyor: Güç, taht, kibir... Bunların hepsi bir yanılsamaydı. Gerçek olan tek şey, ölümün kaçınılmaz yüzüydü.

Birçoğumuz bu kral gibi yaşıyoruz. Güç ve zenginlik peşindeyiz. Kendimizi dünyanın sahibi sanıyoruz. Ama asıl Sahibi unutuyoruz. Hayatın hakikatini, ölümü görmezden geliyoruz.

Ölüm erteleme kabul etmez. Gerçek zenginlik, geçici dünyalık değil, sonsuz yolculuğa yaptığımız hazırlıktır. Kibir ve dünya hırsına kapılmamalıyız. Çünkü bir gün hepimiz Azrail ile yüzleşeceğiz. O gün başarılarımız değil, manevi hazırlığımız konuşacak.

Bugün bir an durup düşünelim: Hayatın anlamı nedir? Gerçekten değer verdiğimiz şeyler, bizi ebedi hayatta kurtaracak mı?

Hayatın kıymetini bilmek, hem kendimize hem de çevremize ışık tutmak demektir. Ölümü hatırladıkça, hayatı daha anlamlı yaşarız.